ATATÜRK ANSİKLOPEDİSİ
1.
CİLT
HARUN YAHYA
İkinci Baskı: Nisan, 2006
ARAŞTIRMA YAYINCILIK
Talatpaşa Mah. Emirgazi Caddesi
İbrahim Elmas İşmerkezi
A Blok Kat 4 Okmeydanı - İstanbul
Tel: (0 212) 2220088
Baskı: Kelebek Matbaacılık, Adres:
Litros Yolu, Nevzat Fikret Koru Holding Binası
No: 4/1-A Topkapı-İstanbul
Tel: (0 212) 612 43 59
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
İçindekiler
Giriş
Atatürk'ün Hayatı
Atatürk İçin Ne Dediler?
Atatürk'ün Sözleri
Atatürk'ün Anıları
Atatürk'ün Eşyaları
Atatürk'ün Arkadaşları
Evrim Yanılgısı
YAZAR VE ESERLERİ HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında
Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra
İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana,
imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra,
yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve
Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok
önemli eserleri bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık 30.000 resmin yer aldığı toplam 45.000
sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat 57 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki
peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya
isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında
Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların
içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son
sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar
da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah'ın sünnetini kendine
rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel
iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak
susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet
ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir
duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya
ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel
imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük
temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den
Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan
İtalya'ya, Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok
ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca,
İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca,
Endonezyaca, Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da
kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivelhi
(Mauritus'ta kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen
eserler, yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok
insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır.
Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay
anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu
eserler süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik,
çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi
biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer
sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün
değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır,
çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun
Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından
kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde
değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu
eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi kazanç
hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini
görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik
etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran,
fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı
kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan
kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma
amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu
etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun
Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak
olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü
okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların
çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan
kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin
ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri
şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek
istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden
geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde
çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı,
Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve
barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile
olacaktır.
Giriş
Her milletin geçmişinde dönüm noktası sayılan belirli tarihler, dönemler
vardır. Bu önemli tarihleri belirleyen ise genellikle o ülkenin bağımsızlığının
kazanıldığı bir savaş, bir antlaşma ya da başka bir önemli olay olabilir. Türk
Milleti de tarihten gelen bağımsız yaşama ülküsü etrafında bugüne kadar 16
devlet kurarak bağımsızlık karakterini göstermiştir. Asil Türk Milleti, düşman
ülkeler tarafından tarihe gömülmek istendiği bir anda kendi kanından
kahramanını çıkartmış, yok olmakta olan Osmanlı Devleti'nin üzerine, yıkılmamak
üzere, 17. bağımsız Türk Devleti'nin; bugün de içinde yaşadığımız Türkiye
Cumhuriyeti'nin temellerini atmıştır. İşte bu önemli dönüm noktalarına
damgasını vuran çok önemli şahsiyetler vardır.
Bu kitapta asil Türk Milleti'nin yüzyıllardır süregelen varlığında yer
almış çok önemli bir şahsiyetten; Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa
Kemal Atatürk'ten bahsedeceğiz.
Bu kitabı hazırlamamızın en önemli nedeni ise, lise yıllarından sonra
sadece milli bayramlarda alışılagelmiş şekilde saygıyla andığımız, ama unutmaya
başladığımız şanlı tarihimizi ve Atatürk'ün dünyada eşine az rastlanır
hayatını, üstün özelliklerini tekrar hatırlatmaktır. Şu anda okul hayatı devam
eden öğrencilerimize ise başucu kaynağı olacak bu eserde, dünyanın en iyi
liderleri sıralamasında her zaman üst sırada olan Mustafa Kemal Atatürk'ü en
iyi şekilde anlatmaya çalıştık.
Atatürk, Türk Milleti'nin yetiştirdiği en eşsiz siyasi deha, en güçlü
devlet adamı ve hiç şüphesiz en büyük kumandandır. Gerek doğuştan sahip olduğu
yetenekler, gerekse hayatı boyunca kazandığı özellikler açısından, çok üstün ve
seçkin niteliklere sahiptir. Onun üstün askeri dehası, ileriyi görebilme, her
zaman isabetli kararlar verebilme, cesaret, çelik gibi bir irade, azim,
kararlılık ve güçlü bir sorumluluk anlayışı gibi özelliklerle kendini gösterir.
Yalnız burada dikkat etmemiz gereken, Atatürk'e ait olan bu özellikleri
bizim de örnek almamız ve bu konuda diğer milletlere örnek olmamızdır. Bunu
sağlamanın yolu ise, Atatürk'ü, hayatı, askerliği, sosyal hayatı, ahlakıyla bir
bütün olarak tanımaktan geçer. Atatürk'ü iyi anlamak; sadece onun şahsına
yönelik övücü konuşmalar yapmak, sözlü olarak takdir etmekle değil, kendisinin
milletinden ne istediğini anlamak, fikir yapısını ve ilkelerini hayata geçirmek
demektir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk, kendisini anlamanın, onun yolunda
ilerlemenin nasıl mümkün olacağını yol olarak bizlere şu şekilde belirtmiştir:
"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim
fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir
(yeterlidir.)" (Cemal Kutay, Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür
Vakfı, İzmir, s. 175)
İşte bu eserde; doğumundan okul yıllarına, subaylıktan başkomutanlığa
uzanan başarılı askerlik kariyerine, samimi bir Müslüman oluşundan, hareketli
sosyal yaşantısına, ilkelerinden inkılaplarına, kısacası her yönüyle Atatürk'ü
okuyacak, Ona olan sevgi ve saygınızın arttığına şahit olacaksınız. Gerçekten
de Mustafa Kemal Atatürk, "bitti" denilen yerden başlayarak ülkeyi
karanlıklardan aydınlığa çıkaran eşsiz bir liderdir. Şimdi bizim üzerimize
düşen ise, Onun bize bıraktığı bu güzel ülkeye en iyi şekilde sahip çıkmak, çok
çalışarak ülkemizi Atatürk'ün deyimiyle "muasır medeniyetler"
seviyesine ulaştırmaktır.
1. bölüm
Atatürk'ün Hayatı
Mustafa Kemal Atatürk, 1881 yılında Selanik'te doğdu. Babası Ali Rıza
Efendi Selanik'in yerlilerindendir; önceleri gümrük memurluğu yapmış, daha
sonra kereste ticaretiyle iştigal etmiştir. Annesi Zübeyde Hanım, Selanik
yakınlarındaki Langaza kasabasındandır ve eski bir Türk ailesine mensuptur.
Mustafa Kemal Atatürk'ün gerek anne gerekse babasının soyu, Rumeli'nin
fethinden sonra bu topraklara Anadolu'dan göç eden Yörük veya Türkmenlerden
gelmektedir. 1870'de evlenen Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım'ın altı
çocukları olmuştur. Mustafa ailenin dördüncü çocuğudur; Fatma, Ahmet, Ömer ve
Naciye adlı kardeşleri küçük yaşlarda salgın hastalıklar nedeniyle vefat
etmişlerdir. 1893 yılında Ali Rıza Efendi'nin ölümünün ardından Mustafa'nın
yetiştirilmesini Zübeyde Hanım tek başına üstlenmiştir.
Mustafa Kemal ilk öğrenimine Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde
başladı; ancak daha sonra çağdaş bir eğitim programı uygulayan Şemsi Efendi
Mektebi'ne geçti ve ilkokul eğitimini bu okulda tamamladı. Ne var ki babasının
12 yaşındayken vefat etmesi, eğitim hayatına kısa bir süre ara vermesine neden
oldu. Zira Zübeyde Hanım, onu da yanına alarak, subaşı olan kardeşi Hüseyin
Efendi'nin görev yaptığı Selanik yakınlarındaki Rapla Çiftliği'ne yerleşti.
Dolayısıyla Mustafa Kemal'in öğrenimi çiftlik hayatı nedeniyle bir müddet
aksadı. Bir müddet sonra Selanik'te ikamet eden halasının yanına taşındı ve
öğrenimini sürdürdü.
Öğrenim Hayatı
Mustafa Kemal, Şemsi Efendi Mektebi'nden mezun olduktan sonra Selanik
Mülkiye Rüştiyesi'ne devam etti. 1894 yılının Temmuz-Ağustos aylarında kendi
kararı ile Askeri Rüştiye'ye başladı. Okul döneminde Selanik'te, yaz aylarında
ise çiftliğe giderek dayısı Hüseyin Efendi'nin yanında kalıyordu. Öğretmenleri
Mustafa Kemal'in zeki ve yetenekli bir genç olduğunu hemen fark ettiler ve ona
büyük bir sevgi ve ilgi gösterdiler.
Genç Mustafa'nın, "Kemal" ismini alması ise, adı geçen okulda
gerçekleşti. Matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi, yetenekleri ve zekası
ile dikkat çeken Mustafa'yı sınıftaki diğer Mustafalardan ayırt etmek için,
öğrencisinin adının sonuna "Kemal" ismini ekledi. Böylece genç
öğrenci tüm dünyanın tanıdığı yeni ismiyle anılmaya başlandı: Mustafa Kemal.
Mustafa Kemal, Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896'da
Manastır Askeri İdadisi'ne girdi. Burada Ömer Naci ve Ali Fethi (Okyar) ile
arkadaş oldu. Mustafa Kemal, hem askerlik eğitimine devam ediyor hem de
Fransızca dersleri alarak yabancı dil eğitimine büyük önem veriyordu.
Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisi'ni başarı ile bitirerek, 13 Mart
1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. Üç yılda Harbiye öğrenimini
tamamlayıp 10 Şubat 1902'de bu okulu teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine
Harp Akademisinde devam etti. 1903 yılında Üsteğmen oldu. 11 Ocak 1905
tarihinde de kurmay yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu.
Burada şu gerçeğin üzerinde özellikle durmak gerekir: Mustafa Kemal söz
konusu okullarda üstün kişiliği ve seciyesiyle herkesin sevgisini, saygısını
kazanmıştır. Harbiye ve Harp Akademisi'nde okuduğu sırada, Osmanlı
İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu durumla yakından ilgilenmiş ve ülkenin
zorlukların üstesinden gelebilmesi için çözüm önerileri üretmiştir. Osmanlı
İmparatorluğu'nun ali menfaatleri açısından bir an önce yapılması gerektiğine
inandığı düzenlemeleri büyük bir içtenlikle savunmuştur. Dahası, görüş ve
düşüncelerini her ortamda dile getirmekten çekinmemiştir. 5 Şubat 1905
tarihinde Şam'a atanması ise, askeri hayatında yeni bir dönemin başlangıcı
olmuştur.
Askerlik Hayatı
Şam'da yer alan 5. Ordu'daki görevi, Mustafa Kemal'e İmparatorluk
sınırları içindeki aksaklıkları, hem devlet yönetimindeki hem de ordudaki hata
ve eksiklikleri daha yakından görmesini sağladı. Bu zor durumdan kurtuluş ve
çıkış yolları aramaya başladı. 1906 yılının Ekim Ayı'nda bazı arkadaşlarıyla
gizli olarak Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurdu; cemiyetin Beyrut, Yafa ve
Kudüs'te örgütlenmesini gerçekleştirdi. Daha sonra Selanik'e giderek, burada
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü.
Mustafa Kemal 20 Haziran 1907
tarihinde Kolağası, yani günümüzdeki adıyla kıdemli yüzbaşı oldu. 13 Ekim'de
ise merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargahı'na atandı ve bu ordunun
Selanik'teki bölümünde göreve başladı. Ayrıca 22 Haziran 1908'de, 3. Ordu
Karargahı'ndaki görevine ek olarak Üsküp-Selanik demiryolu müfettişliği de
kendisine verildi.
Mustafa Kemal o günlerde Rumeli'de önemli bir faaliyet gösteren İttihat ve
Terakki Cemiyeti'ne katıldı. Bu cemiyetin o sıradaki başlıca hedefleri, 1876
Anayasası'nın tekrar yürürlüğe konmasını ve kapalı durumdaki Meclis-i
Mebusan'ın yeniden toplanmasını sağlamaktı. Nitekim Sultan Abdülhamit'in
onayıyla 23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edilen II. Meşrutiyet'te İttihat ve
Terakki büyük bir rol oynadı.
Kişiliğinde tamamen özgürlükçü bir yapıya sahip olan Mustafa Kemal,
Meşrutiyet'in ilanını olumlu, ancak yetersiz bir gelişme olarak
değerlendiriyordu. Hürriyetin tam anlamıyla gelmesiyle ülkenin daha hızlı
ilerleyeceği ve kalkınacağını savunuyor, yönetimin gerçek sahiplerine, yani
millete verilmesini istiyordu. İşte bu noktada onun, İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile önemli bir fikir ayrılığı ortaya çıktı. Çünkü İttihat ve Terakki
Cemiyeti II. Meşrutiyet'in ilanını yeterli buluyor, Mustafa Kemal'in inkılapçı
düşüncelerini kabul etmek istemiyordu. Bu şartlarda bile O, cemiyete gerekli
uyarıları yapmaktan çekinmedi.
13 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'da, 31 Mart Vakası olarak bilinen büyük
bir ayaklanma patlak verdi. Mustafa Kemal, işte bu olumsuz gelişme üzerine
Rumeli'de kurulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu
orduyla birlikte 19 Nisan 1909'da İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun
İstanbul'a gelişinin ardından yapılan açıklamayı kaleme aldı ve söz konusu
isyanın bastırılmasında etkili oldu. Ordunun kontrolü tamamen ele geçirmesinden
sonra Sultan Abdülhamit tahttan indirildi ve yerine Sultan Reşat geçirildi.
Mustafa Kemal, 16 Mayıs 1909'da tekrar Selanik'teki görevinin başına geri
döndü.
Mustafa Kemal'in Selanik'e dönüşü İttihat Terakki Cemiyeti ile olan görüş
ayrılığını daha da ön plana çıkarır. 22 Eylül 1909'da İttihat Terakki
Kongresi'nde ordunun siyasete karışması ve bunun doğuracağı muhtemel olumsuz
sonuçlar üzerine bir konuşma yapar. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin izlediği
siyasetin yanlış olduğuna ve ülke yararına olmadığına kanaat getirir. Tüm
vaktini ordudaki görevine ayırır.
Mustafa Kemal Selanik'teki görevini sürdürdüğü dönemde, Eylül 1910'da
gözlemci sıfatıyla Fransa'daki Pikardi Manevraları'na gönderildi. Daha önce
önemini fark ederek aldığı Fransızca eğitimi kendisine büyük kolaylık
sağlamıştı. 1911'in Mart ayında ise, Arnavutluk'ta çıkan isyanı bastırmak üzere
oluşturulan Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın komutasındaki birlikte yer
aldı. 3. Ordu Karargahı'nın ardından sırasıyla 5. Kolordu Karargahı ve 38.
Piyade Alayı'nda görev aldı. Aslında bu görevler ile bazı çevreler Onu
yıpratmak, şevk ve heyecanını kırmak istiyorlardı. Diğer bir deyişle,
hedeflenen, Mustafa Kemal'in yükselmesini engellemekti. Fakat O, bütün
görevlerinde olduğu gibi, burada da başarılı oldu; çalışma arkadaşlarının ve
kumandanlarının takdirlerini topladı.
Vatan sathında yapmış olduğu görevler Mustafa Kemal'in yenilikçi ve
inkılapçı düşüncelerini olgunlaştırmış ve etrafında birçok genç subayın
toplanmasını sağlamıştı. Fakat bu yeni yapılanma Osmanlı Devleti'nin kimi
kesimleri tarafından tehlikeli görülüyordu. Nitekim onun, 27 Eylül 1911
tarihinde İstanbul'da bulunan Genelkurmay Başkanlığına tayin edilmesi, bu
çarpık bakış açısının bir sonucu oldu. 1908 Meşrutiyeti'nden sonra bazı Osmanlı
birliklerinin buradan ayrılması ve askeri gücün zayıflamasını fırsat bilen
İtalyanlar, 1911'in son aylarında Trablusgarp'a saldırdılar. Mustafa Kemal bu
gelişmenin ardından Tobruk ve Derne Bölgeleri'nde gönüllü mahalli kuvvetlerin
başına, sonra Derne Komutanlığına atandı. 27 Kasım 1911 tarihinde Binbaşılığa
terfi etmesi de söz konusu dönem içinde gerçekleşti.
Mustafa Kemal'in önderliğindeki Türk birliklerinin ve yerli halkın
kahramanca karşı koyması nedeniyle İtalyanlar ancak kıyıda tutunabilmişlerdi.
Fakat bu sırada Balkanlar'da başlayan karışıklık nedeniyle buradaki mücadele
sona erdi ve 15 Ekim 1912 tarihinde Uşi Barışı imzalandı. Bunun sonucunda
Osmanlı Devleti Afrika'daki son topraklarını da kaybetmiş oldu.
1912 yılının Ekim ayında Balkan Harbi'nin başlaması üzerine Mustafa Kemal,
24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan ayrılarak İstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de
Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefid (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi
Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne atandı. Bu sırada Selanik düşmüş, Bulgar
Ordusu Babaeski-Lüleburgaz Savaşı'nı kazanarak Çatalca'ya kadar gelmişti.
Osmanlı adeta Avrupa'dan itilip Asya'ya sürülmek isteniyordu. İttihatçıların
yönetimindeki Osmanlı Hükümeti, 30 Mayıs 1913'de Midye-Enez hattını kabul etmek
zorunda kalmıştı. Osmanlı mirasını paylaşmada anlaşamayan Balkanlılar
Bulgaristan'a karşı savaşa tutuşmuşlardı. Bu sırada Türk Ordusu hemen harekete
geçti. Mustafa Kemal ise Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına getirildi;
Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınmasında oldukça emeği geçti.
Balkan Harbi'nin neticelenmesinden sonra 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya
Ataşemiliterliğine atandı; aynı zamanda Belgrad ve Çetine Askeri Ataşeliği
görevini de üstlendi. 1915 yılının Ocak ayına kadar süren bu görevi sırasında
yarbaylığa terfi etti.
I. Dünya Savaşı'nda Atatürk
Mustafa Kemal'in Sofya'da yarbay olarak bulunduğu dönem, aslında I. Dünya
Savaşı'nın arifesiydi. Mustafa Kemal, gelişen olayları dikkatle gözlemliyor ve
Osmanlı İmparatorluğu'nun izlemesi gereken stratejiyi Harbiye Nezareti'ne
(Milli Savunma Bakanlığına) özenle bildiriyordu. Onun yakında patlak vermesi
kuvvetle muhtemel kanlı savaş hakkındaki düşünceleri açıktı: "Katılma
zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında
kalmalıydı." Çünkü Atatürk ileriyi görebilme özelliği ile Osmanlı'nın bu
savaşı kaldıramayacağını anlamıştı.
Diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu'nun o dönemdeki yöneticileri, Mustafa
Kemal'in değerli görüşlerini göz önüne alacak kadar anlayışlı değillerdi. Bu
kişiler arasında Alman taraftarlığı "moda" haline gelmişti.
Oldu-bittilerin birbirini izlediği bu dönemde İngiltere ve Rusya'ya savaş açan
Almanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun kendi yanlarında savaşa girmesini
istiyorlardı. Bu sırada iki Alman savaş gemisi Karadeniz'e çıkarak Rusya'nın
Sivastopol, Odesa ve bazı Rus limanlarına saldırdı. Enver Paşa ve Almanların
ortak geliştirdikleri senaryo "başarıyla" uygulanıyordu. Atatürk'ün
itirazlarına rağmen olaylar çok hızlı bir şekilde gelişti ve 29 Ekim 1914'te
Osmanlı Devleti İttifak Devletleri'nin yanında savaşa girdi.
Mustafa Kemal 20 Ocak 1915'de, Tekirdağ'da kurulacak olan 19. Tümen
Komutanlığına tayin edildi. O da vakit kaybetmeden yeni görev yerine ulaşarak
tümenini kurdu. Bu tümen, daha sonra 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos'a
(Eceabat) kaydırıldı. Ayrıca 9. Tümen'in 2. Piyade Alayı ve bazı topçu
birlikleri de emrine verildi. Atatürk böylece büyük savaşın başında Maydos
Mıntıkası Kumandanı olarak hizmet etmeye başladı.
İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı'nı geçmeye çalıştı;
ama kıyıdaki Türk topçusunun etkili savunması sayesinde başarılı olamadı ve
ağır kayıplar verdi. Düşman birlikleri Çanakkale Boğazı'nı geçemeyince taktik değiştirdiler
ve Gelibolu Yarımadası'na çıkarma yapmaya karar verdiler. Bu sırada
Gelibolu'da, Alman Generali Otto Liman von Sanders'in komutanlığında 5. Ordu
oluşturuldu. Mustafa Kemal ise, General von Sanders'in savunma planı
çerçevesinde, tümeniyle birlikte 18 Nisan 1915 günü Bigalı'ya geçti.
Çanakkale Geçilmez!
Düşman birlikleri Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinde ilk çıkarma
hareketini başlattıklarında tarih, 25 Nisan 1915'i gösteriyordu. Ancak Mustafa
Kemal'in komutasındaki vatansever kahraman askerlerin karşılarına çıkacaklarını
bilmiyorlardı. Daha doğrusu ne ile karşı karşıya geleceklerini tam olarak hesap
etmemişlerdi. Mustafa Kemal, çıkarma başlar başlamaz kuvvetlerini Bigalı'dan
Conkbayırı'na sevk etti. Karaya çıkan İngiliz kuvvetlerine karşı Mustafa
Kemal'in önderliğindeki 19. Tümen kuvvetleri kahramanca mücadele ettiler ve
onları geri püskürttüler. Elbette bu zafer, Mustafa Kemal'in üstün liderlik ve
yöneticilik özelliklerinin de açık bir göstergesidir. Büyük Komutan, ordusunu
gerçekleşeceğine kesin olarak inandığı zafer için yüreklendirmiş ve onlara şu
emri vermişti:
"Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye
kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar
geçebilir!"
Verdikleri ağır kayıplara rağmen, düşman kuvvetleri kolay kolay pes
etmemekte kararlıydı. 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de İngilizlerin çıkarma
girişimlerine sahne oldu. Ancak bunlar kahraman Türk askerinin başarılı
savunmasıyla durduruldu. Çanakkale Cephesi'nde elde edilen zaferler sonucunda,
Mustafa Kemal 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti.
Düşman kuvvetleri Ağustos ayının başında daha da güçlü olarak saldırıya
başladılar. Mustafa Kemal'in yönlendirdiği Türk askerinin kahramanca müdafaası
neticesinde bu taarruz da durduruldu. Ancak İngilizler, 6 Ağustos akşamı
Çanakkale'nin güney kıyılarına asker çıkarmaya başladılar. Böylece Anafartalar
Bölgesi'nde tehlikeli bir durum oluştu.
Söz konusu durumu iyi analiz eden Liman von Sanders, yerinde bir
müdahalede bulunarak Anafartalar Grubu Komutanlığına Albay Mustafa Kemal'i
atadı. Komutayı derhal ele alan Mustafa Kemal ve yiğit askerleri ilerleyen
İngiliz kuvvetlerinin üzerine atıldılar ve düşmanları durdurdular. Askerimizin
kahramanca çarpışmaları sonucunda Anafartalar kısa sürede düşman askerinden
arındırıldı.
Bu muharebeler sırasında askerleriyle yan yana ateş hattında bulunan
Mustafa Kemal'e isabet eden bir mermi cebindeki saate çarpmış; bu sayede büyük
komutan ölümle sonuçlanabilecek bir tehlikeden kurtulmuştur. Bundan sonra O,
"Anafartalar Kahramanı" olarak anılmaya başlanmıştır. Başarıları ve
cesareti, ününün her yerde duyulmasını sağlamıştır.
Sonuç olarak, Çanakkale'yi geçemeyen ve umduklarını bulamayan düşman
kuvvetleri 1915 yılının sonunda geri çekildiler. Bu zafer, İstanbul'un
düşmanlar tarafından işgal edilme tehlikesini ve İngilizlerin Boğazlar
kanalıyla Rusya ile bağlantı kurma imkanını ortadan kaldırmıştır. Burada
üzerinde durulması gereken bir nokta ise, düşmanların asker sayısı, silah,
cephane ve teknoloji bakımından Türklerden daha üstün olmalarıdır. İşte bu
gerçek dikkate alındığında, Çanakkale'de yazılan destanın arkasında Türk
askerinin olağanüstü kahramanlığı ve Mustafa Kemal'in örnek komutanlığının
bulunduğu daha iyi anlaşılır.
Çeşitli Cephelerde
Mustafa Kemal, 10 Aralık 1915 tarihinde Çanakkale'deki görevini Fevzi
Çakmak'a devrederek İstanbul'a gitti. 27 Ocak 1916'da Edirne'deki 16. Kolordu
Komutanlığına atandı. Kısa bir süre sonra Kolordu Komutanı olarak
Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesi'nde görevlendirildi. 1 Nisan 1916 ise, Mustafa
Kemal'in genç yaşta General olduğu tarihtir.
1916 yılı, Mustafa Kemal ve komutasındaki askerlerin Ruslarla göğüs göğüse
çarpıştığı bir dönemdir. Bu zaman zarfında Muş ve Bitlis, Rus kuvvetlerinin
işgalinden kurtarılmıştır.
Vekaleten yürüttüğü 2. Ordu Komutanlığı sırasında Mustafa Kemal, bu
ordunun Kurmay Başkanı olan Albay İsmet İnönü ile tanışır. Böylelikle ileride
kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini atan iki büyük devlet adamı ilk
defa biraraya gelmiş olurlar.
Mustafa Kemal 14 Şubat 1917'de Hicaz Ordu Komutanlığına atandı ve Sina
Cephesi'ni teftiş etti. 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'daki 2. Ordu'ya
vekaleten komutan olarak atandı; 16 Mart 1917'de ise 2. Ordu Komutanlığına
asaleten getirildi. 5 Temmuz'da Halep'teki 7. Ordu'nun başına getirildi. Ancak
birkaç ay sonra, Halep cephesinin genel idaresini üstlenen General Falkenhein
ile arasında baş gösteren bazı görüş ve uygulama farklılıkları nedeniyle
Mustafa Kemal, bu görevinden ayrılmak durumunda kaldı.
Mustafa Kemal 7 Kasım 1917'de İstanbul Genel Karargahı'ndaki görevine
başladı. Veliaht Vahdettin Efendi ile birlikte Almanya'yı ziyaret etti; Alman
Genel Savaş Karargahı'nı ve Alman Cephelerini gezdi. Alman İmparatoru II.
Wilhelm ve tanınmış komutanlarla görüştü; onlara savaşın sonuçları hakkındaki
görüşlerini anlattı.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'a döndükten sonra böbreklerinden
rahatsızlandı; tedavi olmak amacıyla Viyana ve Karlsbad'a gitti. Seyahat
dönüşü, General Falkenhein'in yenik olarak bıraktığı Yıldırım Ordular Grubu
Komutanlığına getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya
Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu. 15 Ağustos 1918 günü Halep'e ulaştı ve
emrindeki kuvvetleri İngiliz kuvvetleri karşısında müdafaa savaşı yaparak
Halep'e kadar çekmeyi başardı. Bu esnada Vahdettin'in özel isteği doğrultusunda
yaverliğe getirildi. Almanya gezisi sırasında Vahdettin'in Mustafa Kemal'in
düşüncelerinden etkilenmesi, Onun yaver oluşunda önemli bir etken olmuştu.
İttifak Devletleri'nin aleyhine devam eden savaşta, 29 Eylül 1918'de
Bulgaristan savaştan çekildi; 4 Ekim 1918'de de Almanya ateşkes talebinde
bulundu. İstanbul'da, bu askeri gelişmeler ve Almanya'nın mağlubiyeti sonucunda
siyasi durum değişti; istifa eden Talat Paşa'nın yerine Ahmet İzzet Paşa
hükümet kurmakla görevlendirildi. Bu şartlar içinde, her ne kadar Mustafa Kemal
Paşa çözüm yolları üreterek devlet yetkililerine bildirmişse de görüşlerine
gereken değer verilmedi. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği büyük savaşın
sonunda Osmanlı, 30 Ekim 1918'de Alman İmparatorluğu ile mağluplar safında yer
alarak Mondros Mütarekesi'ni imzaladı ve I. Dünya Savaşı'ndan büyük bir yıkımla
ayrıldı.
Mustafa Kemal, I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş süresince, hatta savaşın
en zorlu zamanlarında, Osmanlı Devleti'nin aleyhine olabilecek kararlar ve
uygulamalara karşı çıkmış, fikirlerini devleti ve Türk Milleti adına korkmadan
cesurca ifade etmiştir. Bu dönemde birçok yerde görev almış, devletinin
gönderdiği her cephede kahramanca savaşmış, ülkenin içinde bulunduğu kötü
durumdan kurtulması için elinden gelen herşeyi yapmıştır. Bu tarihten sonraysa
asıl mücadelesi başlayacak, tarihin akışını değiştirecek olaylara ve büyük
başarılara imza atacaktır.
Atatürk Milli Birliği Kuruyor
Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra
Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilmesinin ardından, 7 Kasım 1918'de
bu komutanlığın kaldırılmasıyla 13 Kasım 1918'de İstanbul'a geri döndü. O
günlerde Ateşkes şartları gereğince ordumuz dağıtılmış, silah ve cephanesi
elinden alınmıştı. Tarihin en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı
İmparatorluğu galip devletler tarafından paylaşılmaktaydı. Anadolu toprağı
İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar ve Yunanlılar tarafından işgal edilmişti.
Çanakkale Savaşı'nda kahraman Türk Ordusu'nu geçemeyen düşman gemileri,
Boğazlar'ı ve İstanbul'u işgal etmişlerdi. İstanbul Hükümeti tamamen İtilaf
Devletleri'nin kontrolü altına girmişti. İtilaf Devletleri subay ve ajanları,
Anadolu'nun hemen her yerinde azınlıkları kışkırtıyorlardı. Kısacası, I. Dünya
Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarında eşine daha önce rastlanmamış bir
karışıklık hüküm sürüyordu.
Ülkenin içine düştüğü olumsuz şartlar, aslında Mustafa Kemal Paşa'nın daha
önceden tahmin ettiği gelişmelerdi. Büyük Önder, 5 Kasım 1918'de orduların terhis
edilmesi hakkında, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya bir uyarı mahiyetindeki şu
telgrafı çekmişti:
"Ciddi olarak arz ederim ki, gereken tedbirleri almadıkça orduyu
terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine
boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeye imkan
kalmayacaktır."1
Bu telgraf Mustafa Kemal'in kişiliğinde ümitsizliğe asla yer olmadığının
da bir kanıtıdır. Vatanın düşmanlar tarafından tamamen işgal altında olduğu zor
şartlar içinde dahi O, inancını kaybetmemiş, kurtuluş çareleri aramaya
başlamıştı. Fakat aynı kararlılığı İstanbul Hükümeti gösteremiyordu.
Dönemin Osmanlı Hükümeti düşmana karşı ne kadar teslimiyetçi ise, halk da
o kadar tepkili idi. Yüzyıllardır Türklere vatan olmuş Osmanlı topraklarını işgale
yeltenenler karşılarında mahalli kuvvetleri buluyorlardı. Taraflar arasında
kanlı çarpışmalar cereyan ediyordu. Trakya ve Anadolu'nun her bölgesinde
kurulan teşkilatların başlıca amacı, Türk topraklarını düşmanlar ve
işgalcilerden temizlemekti. Bunlar Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i
İlhak gibi isimler altında toplanmışlardı. Ancak milli teşkilatların birlik ve
beraberlik içinde değil, dağınık kuvvetler şeklinde hareket etmeleri, Milli
Mücadele'de arzu edilen nihai başarıyı getirmiyordu.
Bu hareketlerin yanı sıra özellikle İstanbul'da kurtuluşu İngiliz, Fransız
veya Amerikan mandası altında arayan, büyük devletlerin himayesinden medet
uman, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız
Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti gibi birtakım
teşkilatlar türemişti. Adı geçen cemiyetlere mensup pek çok insan Anadolu'dan
doğacak milli bir harekete inanmıyordu.
Büyük Önder Mustafa Kemal ise, ülkenin içinde bulunduğu karmakarışık
durumdan tek bir çıkış yolu olduğuna inanıyordu: Milli egemenlik esası üzerine
kurulmuş tam bağımsız yepyeni bir Türk Devleti. Nitekim Atatürk'e göre önemli
olan: "Türk Milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak
yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklalden mahrum
bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir
muameleye layık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul
etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka
bir şey değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü.
Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi."2 Bundan böyle
gerçek kurtuluşu isteyen Milli Mücadele'nin parolası şu olacaktı: "Ya
istiklal ya ölüm!"
Gerçekten de yıkılmış bir imparatorluğun enkazından milli ve bağımsız bir
devlet inşa etmek için başka bir çözüm yolu yoktu. Atatürk'ün düşüncesi,
başarısızlığa uğramakla öteki kararlara boyun eğmek arasında fark olmadığıydı.
Dahası, Hükümet ve İstanbul basını Ateşkes Antlaşması'nı överken, Mustafa Kemal
dönemin Genelkurmay Başkanlığına bir rapor gönderdi. Raporda Büyük Osmanlı
Devleti'nin, bu antlaşma ile kendini hiçbir koşula bağlı olmaksızın
düşmanlarına teslim etmeyi kabul ettiğini, dahası ülkeyi ele geçirmesi için
yardım ettiğini söylüyordu.
Düşmanlar tarafından ölmeye mahkum bir hasta olarak görülen memleketin
kurtuluşu için artık Anadolu'ya geçerek Milli Mücadele bayrağını açmak bir
zorunluluk haline gelmişti. İşte bu sıralarda, Hükümet Mustafa Kemal'in
beklenmedik bir hareket yapmasından korkuyor ve Ona şüpheyle bakıyordu.
Atatürk'ü İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine 9. Ordu Müfettişliği
teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş imkanlar tanıyan bu görevi
hemen kabul etti. Çünkü bu yetki ile Sivas'ta bulunan 3. Kolordu, Erzurum'daki
15. Kolordu'yu ve diğer bazı askeri birlikleri kontrolü altına alabilecekti.
Atama kararnamesi Takvim-i Vakayi'de yayımlandı.
Bu görev ve yetkileri alan Mustafa Kemal şu sözleri söylüyordu:
"Talih bana öyle uygun şartlar hazırlamıştı ki, kendimi onların
kucağında hissettiğim zaman ne kadar mutluluk duydum tarif edemem. Nezaretten
çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış,
önünde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmağa hazırlanan bir kuş
gibiydim."3
Osmanlı Hükümeti Mustafa Kemal'i Ordu Müfettişi olarak buraya gönderirken,
kendisinden, Anadolu halkının Ateşkes koşullarına uymasının sağlamasını
istemişti. Çünkü bu bölgede Mavri Mira Cemiyeti adında, Pontus Rum Devleti
kurma idealinde olan bir grup Türklere baskı yapıyor, onları bu bölgeden
çıkarmaya çalışıyordu. Türk halkı da bunlara karşı üstün bir mücadele
sergiliyordu. Aslında sadece Karadeniz Bölgesi'nde değil, ülkenin işgal
altındaki her yerinde bir karşı koyma hareketi başlamıştı. Özellikle Yunanlıların
İzmir'i işgali bu hareketlerin bir çığ gibi büyümesini sağladı.
Mustafa Kemal Paşa'nın düşünceleri ise, Hükümet'in görüşleri ile taban
tabana zıttı. İstanbul'dan ayrılmadan önce gerçek niyetini bazı arkadaşlarına
şu sözlerle ifade etti: "Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak
hür vatan topraklarında memleketin istiklali ve milletin hürriyeti için
çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum."
Sonunda Mustafa Kemal Paşa Kurtuluş Savaşı için ilk ve en önemli adımı atarak
16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan ayrıldı. 19 Mayıs 1919'da
Samsun'a ayak bastı ve üzerinde taşıdığı sıfatın avantajı ile kurtuluş planını
gerçekleştirmek için hemen harekete geçti. Anadolu'nun çeşitli yerlerine
telgraflar çekiyor, mitingler ve gösteriler düzenliyordu. 21 Mayıs 1919'da
Kazım Karabekir'e çektiği telgrafta şöyle diyordu:
"Umumî durumumuzun aldığı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve
memlekete borçlu olduğum en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile
en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti
kabul ettim."
Mustafa Kemal'in Samsun'a vardıktan sonraki birkaç gün içinde İstanbul'a
gönderdiği telgraf ve raporlar, Hükümet ve işgalci İtilaf Devletleri
görevlileri tarafından hoş karşılanmadı. Zira bunlar, onun milli iradeye
dayanarak birliği yeniden sağlamak için faaliyet göstereceğinin ilk
işaretleriydi. Milli Mücadele'nin ancak Atatürk gibi bir lider sayesinde
başarıya ulaşabileceği de bir gerçekti. İstanbul'a ulaşan raporlardaki ifadeler,
o sırada 38 yaşında bir general olan Mustafa Kemal'in siyaset bilimine ilişkin
engin bilgilerini de ortaya koymaktaydı.
Ülkenin her yanında olduğu gibi İstanbul'da da mitingler düzenlenmeye
başlanmıştı. İşgali protesto amacıyla okullar, mağazalar ve bazı kuruluşlar üç
gün süreyle kapatılmıştı. Tüm bu gelişmeler üzerine İstanbul'daki Hükümet
Mustafa Kemal'i geri çağırdı.
Amasya Genelgesi
Ne var ki, Milli Mücadele Atatürk'ün önderliğinde artık başlamıştı;
İstanbul Hükümeti ve işgalci devletlerin bu şanlı direnişi durdurmaları ise
mümkün değildi. Türk Milleti tarihe yön verecek yeni bir girişimi başlatmıştı
bir kere. Mustafa Kemal Hükümet'in yanlış çağrısına uymayı reddetti ve 22
Haziran'da Amasya'da, milli bağımsızlık hareketini yaymak, Erzurum ve Sivas'ta
kongreler toplamak amacıyla bir genelge hazırladı. Amasya Tamimi olarak bilinen
bu genelge ile kendisinin önderliğinde başlatılan Kurtuluş Hareketi'nin ana
hatları belirlenmiş oldu:
1.Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.
2.İstanbul Hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir.
Bu hal, milletimizi âdeta yok olmuş göstermektedir.
3.Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4.Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre harekete geçmek ve haklarını yüksek
sesle cihana işittirmek için her türlü tesir ve denetimden uzak milli bir
heyetin varlığı zaruridir.
5.Anadolu'nun her bakımdan emniyetli yeri olan Sivas'ta bir kongre
toplanacaktır.
6.Bunun için her ilden milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün
olduğu kadar çabuk yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir. Bu
temsilciler, Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak cemiyetleri ve belediyeler
tarafından seçilecektir.
7.Her ihtimale karşı, bu meselenin bir milli sır halinde tutulması ve
temsilcilerin, lüzum görülen yerlerde, seyahatlerini kendilerini tanıtmadan
yapmaları lazımdır.
8.Doğu illeri için, 10 Temmuz'da Erzurum'da bir kongre toplanacaktır. Bu
tarihe kadar diğer illerin temsilcileri de Sivas'a gelebilirlerse; Erzurum
Kongresi'nin üyeleri, Sivas Genel Kongresi'ne katılmak üzere hareket edecektir.
Erzurum Kongresi
Mustafa Kemal Paşa Amasya'dan sonra Sivas'ta bir gün kaldı ve burada
yapılacak olan kongrenin çalışmalarını gözden geçirdi. 3 Temmuz 1919 günü
Erzurum'a ulaştı ve şehirde halkın büyük desteğini arkasına alarak
çalışmalarına başladı. Bu sırada Dahiliye Nazırı (İç İşleri Bakanı), Mustafa
Kemal Paşa'nın görevden alındığını ve kendisiyle hiçbir resmi görüşmenin
yapılmayacağını duyurmuştu. O da 8-9 Temmuz 1919'da "sine-i millette bir
ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere" görevinden istifa etti. Artık
sorumluluk sahibi bir vatandaş olarak görev yapacaktı. Ancak sahip olduğu maddi
imkanlar çok yetersizdi. Öyle ki, istifa ettiği zaman yanında giyecek sivil
elbisesi bile yoktu. Üniformasını çıkardığı gün giydiği elbiseyi Erzurum Valisi
Münir Bey'den, başına taktığı fesi ise Müfit Bey'den almıştı. Erzurumlular
kendisine asla unutmayacağı bir sevgi gösterdiler ve onu Vilayat-ı Şarkiye
Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi Başkanı ilan ettiler.
Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da 62 delegenin katılımıyla toplandı ve
14 gün boyunca faaliyetlerini sürdürdü. Yapılan oylama sonucunda Mustafa Kemal
başkan seçildi. Kongre yerinin özellikle Erzurum olarak belirlenmesi bilinçli
bir tercihti. Çünkü Doğu Anadolu'nun tamamını kapsayan bir
"Ermenistan" kurulmaya çalışılıyordu. Elbette Türk halkı böyle bir
oluşuma asla göz yumamazdı. İşte hem kabul edilemez bu girişime hem de Türk
topraklarının işgaline karşı birlik ve beraberlik içinde mücadele yürütmek için
Erzurum önemli bir merkezdi.
İstanbul Hükümeti'nin kesinlikle karşı çıkmasına, dahası kongreyi
engellemek için bazı valilere baskı yapmasına rağmen toplanan Erzurum
Kongresi'nde şu kararlar alınmıştı:
1.Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür; parçalanamaz.
2.Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet top yekün kendisini
savunacak ve direnecektir.
3.Vatanı korumayı ve istiklali elde etmeyi İstanbul Hükümeti sağlayamadığı
takdirde, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu
hükümet üyeleri Milli Kongrece seçilecektir. Kongre toplanmamışsa, bu seçimi
Temsil Heyeti yapacaktır.
4.Kuva-yı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak
temel esastır.
5.Hıristiyan azınlıklara siyasi hakimiyet ve sosyal dengemizi bozacak
ayrıcalıklar verilemez.
6.Manda ve himaye kabul edilemez.
7.Milli Meclis'in derhal toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclis
tarafından kontrol edilmesini sağlamak için çalışılacaktır.
8.Milli irade padişahı ve halifeyi kurtaracaktır.
Yukarıdaki maddelerin anlamı şudur: Erzurum Kongresi, memleketin bütününü
ilgilendiren tarihi kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış,
kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemiş bir oluşumdur.
Daha sonra yapılan Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına
dayandırılmış, Misak-ı Milli'nin temelinde Erzurum Kongresi kararları yer
almıştır. Dahası, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi
Erzurum Kongresi kararlarından kaynaklanmaktadır. Yine Mudanya ve Lozan
Antlaşmaları'nın bağımsızlığı savunan maddelerinin dayanağı Erzurum
Kongresi'dir. Tüm bunların yanı sıra Atatürk inkılâplarının tohumları da
Erzurum Kongresi'nde atılmıştır.
Atatürk 24 Nisan 1920'de TBMM'deki konuşmasında Kongre kararlarından
bahsetmiş ve şunu özellikle belirtmiştir:
"Erzurum Kongresi'nin milliyet esasından birisi, işbu hududu milli
dahilindeki idarenin hakimiyeti milliye esasına müstenit olmasıdır."
Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü 9 kişilik bir Temsil Heyeti seçerek
çalışmalarına son verdi; bu heyeti ve başkanını büyük bir görev bekliyordu.
Sivas Kongresi
İşgal kuvvetlerinin tüm ülkede hızla ilerlediği ve Türk Milleti'nin büyük
haksızlıklara maruz kaldığı bir dönemde, Mustafa Kemal Paşa Erzurum'dan Sivas'a
geldi ve 4 Eylül 1919'da Kongre'yi bu şehirde başlattı. Erzurum gibi Sivas da
özellikle seçilen bir şehirdi. Zira Sivas hem işgal edilmemiş durumdaydı hem de
ulaşım açısından nispeten uygun bir konumdaydı. Ayrıca Mustafa Kemal, Sivas'ın
kolaylıkla işgal edilemeyeceğini düşünüyordu ve bu öngörüsünde de haklı çıktı.
Sivas Kongresi çok büyük zorluklar altında toplanmıştır. İstanbul'daki
yönetim Mustafa Kemal hakkında tutuklama emri çıkarmış, delege seçimlerini ve
seçilen delegelerin kongreye katılımlarını engellemek için her yola
başvurmuştur. İngiliz ve Fransızlar ise, Sivas'ı işgal etme tehditleri
savurmuşlardır. Ancak tüm bu girişimler Mustafa Kemal'in azmi, hedefe yönelik
kararlılığı ve isabetli uygulamaları sayesinde sonuçsuz kalmıştır. Dolayısıyla
Sivas Kongresi Batı, Orta ve Doğu Anadolu'dan gelen temsilcilerin katılımıyla
toplanmıştır.
Mustafa Kemal'in başkanlığını
yaptığı Sivas Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:
1.Milli sınırları içinde vatan bölünmez bir bütündür; parçalanamaz.
2.Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet top yekün kendisini
savunacak ve direnecektir.
3.İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi
bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve
bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.
4.Kuvayı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak temel
esastır.
5.Manda ve himaye kabul olunamaz.
6.Milli iradeyi temsil etmek üzere, Meclis-i Mebusan'ın derhal toplanması
mecburidir.
7.Aynı gaye ile, milli vicdandan doğan cemiyetler, "Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında genel bir teşkilat olarak
birleştirilmiştir.
8.Genel teşkilatı idare ve alınan kararları yürütmek için kongre
tarafından Temsil Heyeti seçilmiştir.
Sivas Kongre Heyeti tarafından alınan kararlar Damat Ferit Paşa
Hükümeti'ne, İtilaf Devletleri Temsilcileri'ne ve Türk Milleti'ne duyuruldu. Bu
durum toplumun her kesiminde büyük yankı uyandırdı. Bundan böyle tüm Türkler
tek bir vücut halinde işgalcilere ve düşmanlara karşı koyacaktı.
Mustafa Kemal, İstanbul Hükümeti'nin talebi üzerine 20-22 Ekim 1919
tarihlerinde Amasya'da hükümet temsilcileriyle görüştü. Bu görüşmelerin
sonucunda Mustafa Kemal'in amacı gerçekleşmiş, bir millet meclisinin
toplanmasına karar verilmişti. Mustafa Kemal, İstanbul'da toplanacak bir
meclisin işgal kuvvetleri tarafından mutlaka bir tuzağa uğrayacağını
düşünmesine ve Anadolu'da toplanmasını istemesine rağmen, Meclis 12 Ocak
1920'de İstanbul'da toplandı. Birçok milletvekili Mustafa Kemal Paşa'ya söz
vermelerine rağmen, Milli Mücadele'den yana bir grup oluşturamadılar. Atatürk
bu durumdan şöyle bahsetmiştir:
"Bu grubu kurmayı vicdan borcu, millet borcu bilmek durum ve
kabiliyetinde bulunan efendiler inançsız idiler!.. Korkak idiler!.. Cahil
idiler!.. İnançsız idiler, çünkü milli davanın ciddiliğine ve kesinliğine ve bu
davanın dayanağı olan Milli teşkilatın sağlamlığına inanmıyorlardı. Korkak
idiler, çünkü tek kurtuluş dayanağının millet olduğunu ve olacağını takdir
edemiyorlardı. Padişah'a dalkavukluk ederek, yabancılara hoş görünerek, yumuşak
ve nazik davranarak büyük gayelerin gerçekleştirilebileceği gafletini
gösteriyorlardı."6
Bu meclisin kayda değer tek faaliyeti, Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin
esaslarını Misak-ı Milli olarak kabul etmek olmuştur.
Kurtuluş Savaşı ve Atatürk
Mustafa Kemal, Temsil Heyeti üyeleriyle birlikte 27 Aralık 1919'da
Ankara'ya geçti ve Milli Mücadele'yi buradan yönetmeye başladı. Bu sırada
Anadolu'daki direniş tüm hızıyla devam ediyordu. Sivil halk kahramanca vatan
toprakları için mücadele ediyordu. Yurdun her yanında cepheler açılmıştı; Yunan
işgaline karşı Ege Cephesi, Fransız işgaline karşı Güney Cephesi, Ermeni
işgaline karşı Kuzeydoğu Cephesi açılmış durumdaydı.
Mustafa Kemal 16 Mart 1920'de İstanbul'un tamamen işgalinden sonra,
Ankara'da bir meclis toplamak için yeni temsilcilerin seçilmesini istedi.
Böylece tüm ülkeden gelen halkın temsilcileriyle 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük
Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, milleti temsil etmesi için 110 delegenin
oybirliği ile başkan seçildi. Böylece temelleri atılan yeni Türk Devleti'nin de
lideri belli oluyordu. Yine Türk Milletinin ölüm-kalım savaşının,
varoluş-yokoluş mücadelesinin, yani Kurtuluş Savaşı'nın lideri seçiliyordu.
Kurtarılmayı bekleyen vatan için mevcut son derece kısıtlı imkanlar ancak
Mustafa Kemal gibi bir önderin sorumluluğuna verilebilirdi.
Bu gelişmeler karşısında İstanbul
Hükümeti boş durmuyor; Milli Mücadele'yi engellemek daha doğrusu ortadan
kaldırmak için her yola başvuruyordu. Bu amaçla başta Mustafa Kemal olmak üzere
Milli Mücadele'ye katılanları idama mahkum etti. Bu sırada düşman işgali olanca
hızıyla devam ediyor, Anadolu'da çıkan iç isyanlar düşmanla göğüs göğüse
çarpışan mahalli kuvvetler ve gönüllülerin işini daha da zorlaştırıyordu. Tüm
zorluklara ve yetersizliklere rağmen Türk Milleti çeşitli cephelerde savaşıyor,
önemli başarılara imza atıyordu. Bunlardan biri Doğu Cephesi'ydi. 15. Kolordu
Komutanı Kazım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz, Ermenilere karşı mücadele
vererek 29 Eylül 1920'de Sarıkamış'ı, 30 Ekim 1920'de Kars'ı işgalden
kurtardılar. Türklerin tarihe geçen savunması karşısında çaresiz kalan
Ermeniler barış istediler; 2-3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalandı ve
böylece Türkiye ile Ermenistan Cumhuriyeti arasındaki savaş durumuna son
verildi. 18 maddeden oluşan bu antlaşma ile Türkiye-Ermenistan sınırı
belirlendi ve iki ülke arasındaki sorunlar çözüme bağlandı.
Güney Cephesi'nde Fransızlar ve onlara destek veren Ermenilerle cesurca
savaşan Kuvayı Milliye birlikleri, işgalcileri 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11
Nisan'da ise Urfa'dan kovmayı başardılar. 21 Ekim 1921'de yapılan Ankara
Antlaşması ile işgal altındaki Adana, Mersin, Gaziantep gibi şehirlerimiz
özgürlüğüne kavuştular. Ayrıca Hatay için özel bir idare kurularak resmi
dilinin Türkçe olmasına izin verilecekti. Böylece Fransa Misak-ı Milli'yi
resmen tanımış oluyordu.
1920 yılının yaz aylarında yeni kurulmuş olan Hükümet Ankara'da iş
başındaydı. İşte bu sırada Türk Ordusu'nun elinde oldukça yetersiz silah,
cephane, araç ve gereç olmasını fırsat bilen Yunanlılar, 22 Haziran 1920'de
elinden gelen herşeyi yapan Kuvayı Milliye'yi aştılar; 8 Temmuz'da Bursa'yı, 29
Ağustos'da ise Uşak'ı ele geçirdiler. Yine bu dönemde İstanbul Hükümeti İtilaf
Devletleri'yle Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Böylece Babıali'deki Hükümet Türk
Milleti'nin yok oluşu anlamına gelen bir kararın altına imza atarak tarihi bir
hata yaptı.
Yunanlılar Batı'da hızla ilerliyor ve buna karşı bölge kuvvetleri yetersiz
kalıyordu. Bu duruma artık bir son verilmeliydi. Mustafa Kemal hemen harekete
geçti ve cephe komutanları Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü ile biraraya gelerek
onlara bulduğu çözüm yolunu iletti. Bu çözüm ise dağınık ve disiplinsiz hareket
eden gönüllülerin birleştirilerek düzenli bir ordunun kurulmasıydı.
Kadın, çocuk, genç, ihtiyar demeden oluşturulan milli ordunun çatısı
altında toplanmayı reddeden bazı gruplar da olmuştu. Bunlardan biri önceleri
bazı başarılar kazanan, ama sonra kendi başına hareket eden Çerkez Ethem ve
kardeşleriydi. Onların yaptığı, milli hükümete karşı bir isyan niteliği
taşıyordu. Bu yüzden söz konusu durumun ortadan kalkması için, 29 Aralık
1920'de Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey ile Güney Cephesi Komutanı Refet Bey
harekete geçtiler. Türk kuvvetlerinin ısrarlı takibi üzerine Çerkez Ethem ve
yandaşları önce Gediz'e, daha sonra Simav'a çekilmek zorunda kaldılar. Bu
kovalamaca lehimize gibi görünse bile aslında durum aleyhimize dönebilirdi.
Çünkü Türk askerinin cepheden uzaklaştığını fark eden Yunanlılar, doğan fırsattan
faydalanmayı düşünmüş ve 6 Ocak 1921 günü Bursa ve Uşak'tan harekete
geçmişlerdi. Böylece Türk birliklerini ani bir baskınla aşmayı, Eskişehir ve
Afyon'u alarak Ankara'ya ulaşmayı hedefliyorlardı.
Kısacası, hem asiler hem de işgalci Yunan kuvvetlerine karşı mücadele
veriyor, Kurtuluş Savaşımızın en zorlu dönemini yaşıyorduk. Aynı günlerde
Mustafa Kemal, TBMM'de şu sözlerle başarıya olan inancını dile getiriyordu:
"Efendiler! Dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun,
faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir
amaç izleyenlerde olacaktır."
Birinci ve İkinci İnönü Savaşları
Başgösteren tehlike üzerine, Albay İsmet Bey ve arkadaşları, hemen Çerkez
Ethem'i bırakarak orduyu İnönü ve Dumlupınar'a sevk etmeye karar verdiler.
Fakat bir sorun vardı; Gediz ve Kütahya yöreleri ile İnönü arasındaki 3 günlük
yol daha kısa sürede aşılmalıydı. Çünkü Yunanlılar, bizden daha önce İnönü'ye
ulaşırlarsa fazla güçlük çekmeden Eskişehir'e varacaklardı. Dönemin zor şartları
içinde İnönü'ye doğru yolculuk başladı. Bu arada ordunun gücünü arttırmak için,
Ankara'da yeni kurulan 4. Tümen de cepheye çağrıldı.
Bu sırada Yunanlılar da boş durmamış, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve
Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü ele geçirmişlerdi. Aynı gün
öğleden sonra Yunanlılar Bozüyük istikametinden saldırıya geçtiler; böylece çok
şiddetli bir savaş başladı. Türk askeri Yunanlıların tüm girişimlerine
olağanüstü karşı koyuyor, düşmanın ilerlemesine fırsat vermiyordu. Böylesine
bir karşı koyuş Yunanlıların hiç beklemediği bir hareketti. 10 Ocak'ta savaşa
bizzat katılan ve bu savaştaki başarısından ötürü soyadını bu savaştan alan
Albay İsmet Bey ve askerlerimiz, vatanın kurtulması uğruna canlarını ortaya
koymaktan çekinmiyorlardı. Bu azmin karşısında daha fazla duramayan Yunanlılar
ikinci günün sonunda geri çekilmeye karar verdiler. 11 Ocak sabahı Bursa'ya
doğru çekilme hareketi başlamış oldu. Mustafa Kemal 11 Ocak 1921'de bir telgraf
çekerek Batı Cephesi'nin tüm subay ve erlerini tebrik etti; kazanılan başarının
kesin zafer için "hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diledi".
Kazanılan bu zafer Milli Mücadele'nin dönüm noktasını teşkil etmiştir.
Ayrıca daha sonra kazanılacak olan zaferlerin öncüsü olmuş, canını dişine takan
Türk halkının şevk ve heyecanını, kurtuluş umudunu artırmıştır. Sıranın
kendisine geldiğini anlayan Çerkez Ethem, ileri harekata geçen Türk
kuvvetlerinin karşısında dayanamayarak Yunanlılara sığınmıştır. Böylece
bölgedeki iç isyan da başarıyla bastırılmış ve tam bir birlik sağlanmıştır. Tüm
dünya ordumuzun gücüne şahit olmuştur.
Birinci İnönü, askeri bir zaferle birlikte siyasi bir zaferi de
getirmiştir: Yabancı devletlere artık, Milli Hükümetin göz ardı edilmemesi
gereken bir oluşum olduğunu göstermiştir. Nitekim İtilaf Devletleri bu zaferin
getirdiği askeri ve siyasi gelişmeler karşısında, 1921'in Şubat ayındaki Londra
Konferansı'na hem İstanbul hem de Ankara Hükümetini davet etmiştir. Böylece,
bir anlamda Ankara hükümeti büyük devletler tarafından resmen tanınmıştır.
Konferansın hemen ardından 16 Mart 1921'de Rusya ile Moskova Antlaşması
imzalanmıştır. Bu ise, TBMM'nin devletlerarası alanda söz sahibi olduğunu bir
kere daha kanıtlamıştır.
Yunanlılar, kaybettikleri mevzileri ve itibarı geri kazanma ümidiyle, 23
Mart'ta aynı cephelerden tekrar taarruza geçtiler. Ancak ilk savaşta olduğu
gibi, İnönü'deki mevzileri geçemediler ve Türk kuvvetlerinin karşı taarruzu
karşısında 31 Mart 1921'de geri çekilmeye başladılar. Yunanlıların 1 Nisan'da
ağır kayıplar vererek savaş alanını terk etmeleriyle, tarihe İkinci İnönü
Zaferi olarak geçen bir başarı daha kazanıldı.
Başkomutan Mustafa Kemal
Zafer inancıyla cepheden cepheye koşan Türk askerleri, kısa bir süre sonra
toplanarak harekete geçen Yunanlılarla tekrar karşı karşıya geldiler. Temmuz
ayının başlarında, Batı Cephesi'nin çeşitli yerlerinde geçen şiddetli
çarpışmalar sırasında Türk Ordusu zorlanmaya başlamıştı. Zira Yunanlılar asker
sayısı, silah ve cephane gücü açısından Türklere kıyasla çok üstün
konumdaydılar. Bu avantajlarını iyi değerlendirerek bazı bölgeleri ele
geçirdiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya ve Bilecik düşmanlarca işgal edildi.
Bu olumsuz gelişmeler üzerine Ankara'da bulunan Mustafa Kemal, derhal
Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargahı'na geldi. Türk Ordusu'na göre imkanları
çok geniş olan Yunanlılara karşı farklı bir strateji geliştirmeyi uygun gördü
ve bunu İsmet Paşa'ya bildirdi. Atatürk'e göre, "Orduyu, Eskişehir'in
kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak
lazımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun
için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!" Böylece Türk
kuvvetleri Sakarya'nın doğusuna kadar çekildiler.
Gerçekten de bu, verilebilecek en doğru karardı. Çünkü sayısı azalan
kuvvetlerimizin kendilerinden oldukça avantajlı durumdaki Yunan Ordusu'na karşı
dayanabilmesi uzun sürmeyecekti, ki bu büyük kayıplara neden olabilirdi.
Kütahya-Eskişehir Savaşları olarak bilinen geri çekilme ve mücadelede yaklaşık
kırk bin şehit verildi; büyük miktarda askeri malzeme ve mühimmat kaybedildi.
Gelişen tehlikeli durum karşısında bazı tedbirler almak gerekiyordu.
Örneğin Hükümet Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye taşınması düşünülmüştü. Ama
Türk'ün yüksek onur ve seciyesi beklenen cevabı verdi: "Biz buraya kaçmaya
mı geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?" Sonuç olarak, milletin
temsilcileri kanlarının son damlasına kadar savaşma ve sonuna kadar mücadele
etme gerekliliğini savundular; Ankara'nın savunulması için yapılması gereken
çalışmaların hızlandırılmasına karar verdiler.
Mustafa Kemal zafere dair inancını hiçbir zaman kaybetmemiş, her zaman
şerefli bir geçmişe sahip olan Türk halkını bu konuda yüreklendirmişti. Dahası
ordumuzun belirlediği noktada düşmanın yok edilmesi için geri çekilme hareketinin
gerekçesini her fırsatta dile getirmişti. Fakat bazı kesimler geri çekilmeyi
yenilgi olarak kabul edip, Ordumuzun, Meclis'in ve halkın kayıpta olduğunu
söylüyorlardı. Bunun sonucunda ülkede bir tedirginlik başgösterince Mustafa
Kemal yeni bir girişimde daha bulundu ve ordunun başına geçti. 5 Ağustos
1921'de çıkarılan bir kanunla kendisine Başkomutanlık görevi verildi. Mustafa
Kemal Paşa aynı gün Meclis kürsüsünden şu açıklamayı yaptı:
"Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah'ın
yardımıyla behemehal mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir
dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize
karşı, bütün millete karşı ve bütün aleme karşı ilan ederim."
Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımladı. Bu bildiride
ise şu cümleler yer alıyordu:
"... Bana bu vazifeyi tevdi etmiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren
milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir
sebep ve suretle değiştirilmesine imkan olmayan bu kesin irade, her ne olursa
olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden
oluşan bu orduyu, anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve
bağımsızlığa kavuşmaktır."7
Böylece Mustafa Kemal tekrar askeri kimliğine kavuşmuş oluyordu. Ayrıca bu
görevle Osmanlı'da bir ilki daha gerçekleştirmiş oldu. Çünkü o zamana kadar
padişaha ait olan başkomutanlık görevi, milletin seçimiyle halktan birine
verilmişti.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın liderliğinde tarihte eşine az rastlanır
bir seferberlik başladı. Bu öyle bir seferberlikti ki, Türk Milleti ve Ordusu
el ele vermiş, neyi varsa ortaya koyarak bir ölüm-kalım mücadelesine
girişmişti.
Sakarya Meydan Savaşı
Mustafa Kemal'in Polatlı'daki karargaha ulaştığı 1921 Ağustosu'nun
ortalarında, Yunanlılar, Sakarya'ya doğru harekete geçtiler; hedefleri
Ankara'yı ele geçirmekti. Geçtikleri yerdeki birçok şehir ve kasabayı işgal
ederek sonunda Sakarya'ya Türk Ordusu'nun karşısına gelmişlerdi. Bu savaşta,
İngilizler tarafından her bakımdan desteklenen Yunanlılara karşı, ayağında
çarık bile olmayan askerlerin, çağdaş silahlardan yoksun Türk Halkı'nın,
sırtında bebeğini taşıyan kahraman Türk kadınlarının verdiği mücadele söz
konusuydu.
23 Ağustos 1921'de Yunan Ordusu'nun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi
başladı. Savaş çok çetin geçiyor, Türk askeri görülmemiş bir başarı
sergiliyordu. Kimi zaman top sesleri Ankara'dan bile duyuluyor, buna karşılık
düşman kuvvetleri ağır kayıplar verdirilerek durduruluyordu. Türk kuvvetleri her
noktada inancını bir an olsun kaybetmeden azimle mevzilerini koruyor, ne
pahasına olursa olsun düşmanın ilerlemesini engelliyorlardı. Başkomutan'ın bu
savaştaki stratejisini yansıtan şu sözler oldukça manidardır:
"Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün
vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk
olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir.
Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı
cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda
kaldığını gören birlikler, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar
dayanmağa ve mukavemete mecburdur."
Mustafa Kemal'in bu ifadesini herkes düstur olarak benimsedi. Savaşın
ilerlediği günlerde düşman kuvvetleri mevzilerinden uzaklaştılar. Mustafa Kemal
Paşa'nın en başta istediği şey gerçekleşmiş, düşman kendi istediği yere doğru
gelmeye başlamıştı. 10 Eylül 1921'de onun planı doğrultusunda Türkler karşı
saldırıya geçtiler. Düşman kesin bir yenilgiyle karşı karşıya geldi ve bu
taarruzla birlikte batıya doğru çekilmeye başladı. Elbette bu zaferde
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın mükemmel planlamasının yanında, savaşın her
aşamasına bizzat katılmış olmasının payı da büyüktü.
Yunanlıların "Büyük Yunanistan", Türklerin ise "Vatan
Ülküsü" için çarpıştığı savaş tam 22 gün devam ederek 13 Eylül 1921'de
sona erdi. Düşman kuvvetleri büyük bir yenilgiye uğratıldılar. Milli Mücadele
tarihi içinde bu başarının anlamı çok büyüktü. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa,
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Mareşal rütbesi ve Gazi ünvanı ile
onurlandırıldı. Yine askeri alanda kazanılan başarı beraberinde siyasi başarıyı
da getirdi. Ekim ayında Fransızlarla Ankara Antlaşması, Kafkas Cumhuriyetleri
ile Kars Antlaşması imzalandı. Böylece düşman birliklerinin elinde İstanbul ve
Boğazlar ile Gemlik-Eskişehir-Afyon-Çivril-Nazilli genel hattının batısı ile
Doğu Trakya kalmış oluyordu.
Büyük Taarruz
Bu ağır yenilgiden sonra Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına kadar geri
çekildiler ve savunmaya geçtiler. Sahip oldukları bu geniş hatta üç kolorduları
vardı ve buradan çıkacak olurlarsa savaşı kaybettiklerini kabul etmek zorunda
kalacaklardı. Ama buna pek ihtimal vermiyorlardı. Çünkü Türk Ordusu'nun zaten
yetersiz olan kaynaklarının iyice tükenmesi, kış mevsiminin olumsuzlukları gibi
nedenlerin Türkleri kaçınılmaz bir yenilgiye mahkum edeceğini düşünüyorlardı.
Bunun tarihi bir yanılgı olduğunu anlamaları ise çok uzun sürmedi.
Yunanlıların zannının aksine, Başkomutan Mustafa Kemal taarruz
hazırlıklarını hızlandırmıştı. Düşmanları Türk topraklarından tamamen söküp
atacak nihai saldırıya ilişkin planını büyük bir gizlilikle uyguluyordu. Ancak
taarruzun zamanı ve yöntemine dair hiç kimseye bilgi vermiyordu. Onun bu
bekleyişi muhalefeti kızdırmaya başlamış, daha neyin beklendiği konusunda
tartışmalara yol açmıştı. Oysa Büyük Komutan bu sırada tüm imkanları biraraya
getirmek için çaba gösteriyordu. Sonunda 27 Temmuz gecesi Akşehir'e çağırdığı
ordu komutanlarına planını açıkladı; 6 Ağustos 1922'de ise taarruza hazırlık
emrini verdi.
Kalan imkanlar dahilinde bütün ülke seferber olmasına rağmen Yunanlılar
her bakımdan üstündüler. Bir konu hariç; Türk'ün sahip olduğu yüksek manevi
güç...
Büyük Taarruz topçularımızın ateşiyle 26 Ağustos 1922'de Kocatepe'den
başladı ve kısa sürede Afyon-Konya demiryolu hattı boyunca başarıyla gelişti.
Bu hattın güneyinden taarruz eden 1. Ordu'ya Nurettin Paşa, kuzeyinden saldıran
2. Ordu'ya ise Yakup Şevki Paşa komuta ediyordu. Süvari Kolordusu'nun başında
Fahrettin (Altay) Paşa bulunuyordu. Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa,
Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa idi. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise
Büyük Taarruz'u, tartışmasız bir cesaret örneği sergileyerek ateş hattından
yönetiyordu.
Yunan kuvvetleri son derece süratli gelişen Türk taarruzunu
beklemiyorlardı; şaşkınlık içinde geri çekilmeye başladılar. 27 Ağustos 1922'de
ordumuz Afyon'a girince Yunan Ordusu da Dumlupınar'a doğru çekilmeye başladı.
Bunun üzerine hemen girişimde bulunun Türk kuvvetleri 30 Ağustos'ta
Dumlupınar'da 200.000 askerden oluşan Yunan Ordusu'nu kuşatma altına aldılar.
Düşmanların kayıpları büyük oldu. Aynı gece Kütahya da düşman işgalinden
kurtarıldı.
Tüm bu gelişmelerin ardından düşman ile Türk kuvvetleri arasında amansız
bir kovalamaca başladı. Başkomutan, 1 Eylül 1922'de şu emri veriyordu:
"Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!"
Bu emri alan Türk askeri, 1 Eylül'de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 3
Eylül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve
Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu sırada
1. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General
Diyenis ve bazı yüksek rütbeli Yunan subayları esir düştüler. Türk kuvvetleri en
sonunda 9 Eylül 1922'de İzmir'i düşman işgalinden kurtardılar ve kesin zafer
sağlanmış oldu.
Bu zaferle düşmanın bütün ümitleri yıkılmış, Türk'ün yüksek manevi gücü ve
zekası tüm dünya tarafından bir kere daha anlaşılmış oldu. Bu başarıyı
körükleyen ise, Mustafa Kemal başta olmak üzere aziz Türk Milleti'nin
"Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti" isteği oldu.
Türk Milleti artık yeni bir döneme adım atıyordu. 11 Ekim 1922'de İtilaf
Devletleri'yle Mudanya Mütarekesi imzalandı ve silahlar bırakıldı; Türk ve
Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalara son verildi. Yunanlılar Edirne ve Doğu
Trakya'dan vazgeçtiler. İstanbul ve Boğazlar bazı şartlarla idaremize
bırakıldı.
Lozan Barış Konferansı
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce alınan bir kararla 1 Kasım 1922'de
saltanat ile hilafet birbirinden ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. Bundan böyle,
Atatürk'ün ifadesiyle, "Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve
ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi olacaktı." Bu önemli gelişmenin
ardından 20 Kasım 1922'de Lozan Konferansı toplandı. Lozan'da yapılan sadece
bir barış antlaşması değildi; burada Türk Milleti ile dönemin büyük devletleri
arasında geçmişten gelen anlaşmazlıklar da bir karara bağlanacaktı. Birkaç ay
sürecek olan görüşmelere TBMM'yi temsilen İsmet Paşa katılıyordu. En sonunda 24
Temmuz 1923'te imzalanan, bir önsöz, beş bölüm ve 143 maddeden oluşan antlaşma
ile bağımsız Türk Devleti'nin varlığı bütün dünyaca onaylanmış oldu.
Bu antlaşmada yeni sınırlarımız şöyle belirlenmiştir: Güneyde Ankara
Antlaşması'nda belirlenen sınırlar kabul edilmiş; fakat Irak sınırı sorunu
çözülemeyip, 9 ay sonraya bırakılmıştır. Batı sınırı olarak Meriç Nehri kabul
edilmiş; Karaağaç ve çevresi, Ege Denizi'nde Bozcaada ve İmroz Türkiye'ye
bırakılmıştır. Yunanlıların elinde kalan Anadolu kıyısına yakın adalar ise,
askersiz hale getirilmiştir.
Azınlıkların himayesi konusundaki gelişmelere gelince, Türk tebaasından
sayılan gayrimüslimlerin kanun ve hukuk düzeni önünde eşitliği sağlanmıştır.
Böylece Patrikhanelerin eşitsizlik ve adaletsizliğe yol açan yetkileri ortadan
kaldırılmıştır.
Lozan Konferansı'nda karara bağlanan önemli diğer bir konu ise
kapitülasyonlara ilişkindir. Osmanlı mirası olan kapitülasyonlar kaldırılmış ve
böylece yeni Türk Devleti ağır bir yükten kurtulmuştur.
Lozan Barış Antlaşması Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından biridir.
Böylece Kurtuluş Savaşı'nda elde edilenler ve Türk Milleti'nin hakları güvence
altına alınmıştır. Savaş alanında kazanılan başarılar diplomasi alanında teyit
edilmiştir. Atatürk'ün deyişiyle Lozan Antlaşması, "Türk Milleti aleyhine
asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş
büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesikadır... Bu sebeple Osmanlı
devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir."
Diğer taraftan Lozan Antlaşması dünya barışına da büyük hizmet etmiştir.
Zira stratejik açıdan dünyanın en sıcak bölgelerinden birinde, uzun yıllar
boyunca barış ve güvenlik ortamını ayakta tutmak bu sayede mümkün olmuştur.
İzmir İktisat Kongresi
Atatürk'ün büyük önem verdiği İzmir İktisat Kongresi, 1135 delege ile 17
Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında toplandı. İzmir İktisat Kongresi'nde Yeni
Türkiye'nin ekonomik sorunları tartışıldı ve çözüm önerileri gözden geçirildi.
Ayrıca, Lozan'da devam edilmesi istenen kapitülasyonların ve diğer
ayrıcalıkların kabul edilemeyeceği dile getirildi. Bu kritik devrede, ekonomik
sorunları düzenlemek için kararlar alan İzmir İktisat Kongresi'nin başlıca
amacı, savaşlardan yorgun çıkan halka ve ekonomiye yön verilmesi ve yurdun
kalkınması için yapılması gerekenlerin belirlenmesiydi. Bu kongrenin sonunda,
oybirliği ile Misak-ı İktisadi kabul edildi; Atatürk'ün gösterdiği hedefler
doğrultusunda modern ve kalkınmış bir Türkiye için canla başla çalışmaya başlandı.
Kongrede ;
• Hammaddesi yurt içinde olan endüstri kollarının kurulmasına,
• Özel girişimcilerin desteklenmesine,
• Yatırımcılara kredi sağlayacak bankaların kurulmasına,
• Günlük tüketim mallarına öncelik verilmesine,
• Önemli kuruluşların millileştirilmesine,
• Sanayii teşvik edici yasaların çıkarılması, özellikle gümrük
tarifelerinin milli sanayiin kalkınma ihtiyaçlarına göre değiştirilmesine,
• Yerli malların karada ve denizde ucuz tarife ile taşınmasına,
• Sanayi bankası kurulmasına karar verildi.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu Atatürk
13 Ekim 1923'de Ankara, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla, Türkiye
Devleti'nin Hükümet Merkezi oldu. Artık yönetime isminin verilmesinin zamanı
gelmişti. Sonunda 29 Ekim 1923 akşamı, yapılan bir anayasa değişikliği ile
Cumhuriyet ilan edildi. Yapılan değişiklikler 364 numaralı kanunda şöyle
belirtiliyordu:
Madde 1) Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın kendi
yönetimini bizzat ve fiili olarak idare etmesine dayanır. Türkiye Devleti'nin hükümet
şekli Cumhuriyet'tir.
Madde 4) Türkiye Devleti, TBMM tarafından idare olunur. Meclis hükümeti
meydana getiren bakanlıkları, bakanlar kurulu vasıtasıyla idare eder.
Madde 10) Türkiye Cumhurbaşkanı, TBMM genel kurulu tarafından ve kendi
üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Bu görev, yeni
cumhurbaşkanının seçimine kadar devam eder. Tekrar seçilmek mümkündür.
Madde 11) Türkiye Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerek
görüldükçe meclise ve bakanlar kuruluna başkanlık eder.
Madde 12) Başbakan, cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından
seçilir. Diğer bakanlar, başbakan tarafından yine meclis üyeleri arasından
seçildikten sonra, bakanlar kurulu cumhurbaşkanı tarafından meclisin onayına
sunulur. Meclis toplantı halinde değil ise, onaylama meclisin toplanmasına
bırakılır.
Milletvekilleri Cumhuriyet'in ilanını ayakta alkışlayarak ve "Yaşasın
Cumhuriyet!" şeklinde duygularını ifade ederek kutladılar. Hemen ardından
Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oy
birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. İlk kabine İsmet
Paşa tarafından kuruldu ve Meclis Başkanlığına da Fethi Bey (Okyar) getirildi.
TBMM'nin 1921 tarihli ilk anayasası sadece 3 yıl yürürlükte kalabildi.
Çünkü önemli eksiklikleri vardı ve yetersizdi. Bu sebeple yeni anayasa
hazırlıklarına girişildi ve Cumhuriyet döneminin ilk anayasası, 20 Nisan
1924'de TBMM'de büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Bu anayasa güçler birliği
esasına dayandırıldı. 105 maddeden oluşuyordu; siyasi partilerin kurulmasına ve
dolayısıyla demokrasiye açıktı; klasik hak ve özgürlüklere yer veriyordu. 1924
Anayasası zaman içinde yapılan değişiklik ve düzenlemelerle çağa uygun bir hale
getirildi.
İnkılapçı ve Reformcu Atatürk
Cumhuriyet'in ilanının ardından, yine Mustafa Kemal'in önderliğinde,
devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş anlayış ile uyumlu duruma
getirilmesi için büyük inkılaplar gerçekleştirilmiştir. Daha sonra
ayrıntılarıyla işleyeceğimiz inkılapların isimlerini burada kısaca belirtelim:
I. Siyasi Alanda Yapılan İnkılaplar:
1- Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
2- Cumhuriyet'in İlanı (29 Ekim 1923)
3- Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
II. Sosyal Hayatın Düzenlenmesi:
1- Şapka Kanunu (25 Kasım 1925)
2- Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılması ve Türbedarlıklar ile
Birtakım Ünvanların Kaldırılması (30 Kasım 1925)
3- Milletlerarası Saat ve Takvim Hakkındaki Kanunların Kabulü (26 Aralık
1925)
4- Milletlerarası Rakamların Kabulü (20 Mayıs 1928)
5- Ölçülerin Değiştirilmesi (1 Nisan 1931)
6- Lakap ve Ünvanların Kaldırılması (26 Kasım 1934)
7- Kılık-Kıyafet Değişikliği (3 Aralık 1934)
8- Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)
9- Mustafa Kemal'e Atatürk Soyadı Verilmesi (24 Kasım 1934)
10- Kadınların Medeni ve Siyasi Haklara Kavuşmaları:
a) Medeni Kanun'la sağlanan haklar
(17 Şubat 1926)
b) Belediye seçimlerinde kadınlara
seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanunun kabulü (3 Nisan 1930)
c) Anayasa'da yapılan
değişikliklerle kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması (5
Aralık 1934)
III. Hukuk Alanında Yapılan İnkılaplar:
1- Şeriye Mahkemeleri'nin Kaldırılması ve Yeni Mahkemeler Teşkilatı'nın
Kurulması Kanunu (8 Nisan 1924)
2-Türk Medeni ve Borçlar Kanunu (17 Şubat 1926)
3- Ceza Kanunu (1926)
4- Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (1927)
5- Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (1929)
6- İcra ve İflas Kanunu (1932)
7-Kara ve Deniz Ticareti Kanunu (1926, 1929)
IV. Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan İnkılaplar:
1- Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu (3 Mart 1924)
2- Yeni Türk Harflerinin Kabulü (1 Kasım 1928)
3- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu (12 Nisan 1931) Cemiyet daha sonra Türk
Tarih Kurumu adını almıştır. (3
Ekim 1935)
4- Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu (12 Temmuz 1932) Cemiyet daha sonra Türk
Dil Kurumu adını almıştır. (24
Ağustos 1936)
5- İstanbul Darülfünunu'nun kapatılmasına, Milli Eğitim Bakanlığınca yeni
bir üniversite kurulmasına dair kanun. (31
Mayıs 1933) İstanbul Üniversitesi 18 Kasım 1933 günü öğretime
açılmıştır.
Ne var ki, Türk Milleti'ni çağdaş uygarlık seviyesine taşıyan bu
gelişmeler karşısında, sayıları az da olsa bazı muhalif gruplar ortaya
çıkmıştır. Hatta Büyük Önder'e suikast girişiminde bulunacak kadar ileri
gitmişlerse de başarılı olamamışlardır. Türk Milleti tek bir vücut olarak
Mustafa Kemal Atatürk'ün yanında yer almış; gerek kendisine gerekse
inkılaplarına gönülden destek vermiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, bir taraftan da Milli Mücadele'yi ve Türkiye
Cumhuriyeti'nin kuruluşunu anlatan Nutuk adlı eserini kaleme almış ve bunu 1927
yılında, Parti Kongresi'nde altı gün süren unutulmaz bir söylevle okumuştur.
Bilim adamları ve uzmanların ortak kanaatiyle, "Değerli tahlil ve
tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da
ölmez eserleri arasında yerini almıştır."
Cumhuriyet Dönemi'nde Dış Siyaset
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulmasıyla, devlet olmanın temel
özelliklerinden biri olan, devletlerarası ilişkiler dönemi başlar.
24 Temmuz 1923 yılında imzalanan Lozan Barış Antlaşması sonrası antlaşma
sağlanamayan ve ilerde çözülmek üzere aksayan yönlerin düzeltilmesi için bir
dizi çalışmalar yapılır. Bu konuların başlıcaları;
Musul Sorunu
Mondros Mütarekesi gereğince savaşan birliklerin bulundukları yerlerde
kalması hükmüne İngiliz birlikleri uymayarak ve mütareke kararlarını hiçe
sayarak haksız bir şekilde Musul'u işgal ederler. İşgal sonrası Musul'da
yaşayan taraflar dahi Ankara Hükümeti'ne destek vererek tutumlarını
belirtmişlerdir.8
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk 1920 tarihli Musul meselesi hakkında
Meclis'te yapmış olduğu yukarıdaki konuşmayla konunun önemini şöyle
belirtmiştir:
"Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut
meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun'un cenubundan
geçer, şarka doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte
hudud-u millîmiz budur dedik!"9
Lozan görüşmeleri çok çetin tartışmalarla geçmesine rağmen, bu konuda
mutabakat sağlanamaz ve görüşmeler ileri bir tarihe ertelenir. Konunun Millet
Meclisi'nde tartışılması da şiddetli olur ve Türkiye'nin içerisinde bulunduğu
durum ve muhtemel bir İngiliz savaşı tehlikesine karşılık meselenin çözümüne
erteleme kararı çıkar. "Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için
bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir.
Belki, bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana
intizardır... Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz,
bugün alacağız dersek; bu mümkündür. Musul'u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat
Musul'u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani
olamayız."
Türkiye'nin İngiltere tarafından itildiği çözümsüzlük problemi ve
İngiltere'nin Milletler Cemiyeti üzerindeki etkisi sebebiyle, 5 Haziran 1926
yılında Misak-ı Milli sınırları içinde kabul edilen Musul'u çok istememize
rağmen sınırlarımızın dışında bırakarak bugünkü sınırları kabul etmiş olduk.
Türk-Yunan İlişkileri
Bu ilişkilerin en önemli konusu Kurtuluş Savaşı sırasında her iki devlet
sınırı içinde kalan karşılıklı azınlıkların mübadelesidir. Dönemin şartları ve
Yunanistan'ın işi zora sokması neticesinde durum bir ara bozulur olsa da,
Türkiye'nin haklı istekleri ve ortaya koyduğu kararlı tutum neticesinde Batı
Trakya'daki Türklerle, İstanbul'daki Rumlar mübadelenin dışında tutularak 30
Ekim 1930 yılında yapılan antlaşmayla birlikte görüş birliğine varılır.
Boğazlar Sorunu
Karadeniz'e kıyısı bulunan ülkelerin dünya denizleri ile bağlantısını
sağlayan İstanbul ve Çanakkale Boğazları önemli bir yer teşkil etmektedir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'nda yenilmesi sonucu Boğazlar düşman
devletleri tarafından işgal edilir. Sevr Antlaşması hükümlerince Boğazlar
silahsızlandırılacak, savaş sırasında diğer devletlerin savaş gemilerine açık
olacak ve Boğazlar'ın yönetimi ise Osmanlı Devleti'nin içinde olmadığı bir
devletler arası komisyona bırakılacaktı.
Lozan görüşmelerinde de dayattırılan ve Türkiye'nin aleyhine olacak
şartlar sonucunda Boğazlar sorunu tam bir çözüme kavuşturulamaz.
Yaklaşan Dünya Savaşı yıllarında dünya siyasetinin içine girmiş olduğu
tehlikeli hal Boğazlar sorununu tekrar gündeme getirir. 20 Temmuz 1936 yılında
İsviçre'nin Montreux şehrinde yapılan antlaşmayla Lozan da Boğazlar için
konulan bütün maddeler iptal edilerek, Boğazlar'ın savunma hakkı tamamen
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne geçer. Bu şartlar kısaca; Türkiye'nin tarafsız
kaldığı bir savaşta, savaşan tarafların savaş gemileri Boğazlar'ı
kullanamayacak, eğer savaş tehlikesi varsa ya da savaş çıkarsa Boğazlar'ı
istediği gibi kullanacaktır, şeklinde belirtilmiştir.
Hatay Sorunu
20 Ekim 1920 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması hükümleri gereğince
Fransızlarla yapılan savaş sona ermiş, İskenderun ve Hatay'a özel statü
verilerek sınır çizilmişti. Fakat Fransa'nın artan siyasi bunalım neticesinde
Suriye ile bir antlaşma yapması, İskenderun ve Hatay'ın bağımsızlığı tehlikeye
düşmüş oluyordu.
Türkiye'nin haklı ve ısrarlı tavırları neticesinde İngiltere'nin
arabuluculuğu ile 24 Ekim 1937 yılında Fransa'yla imzalanan antlaşma ile
Hatay'a Suriye'den ayrı yarı-bağımsız bir devlet statüsü tanınarak önü açılmış
oldu. Fakat uygulama aşamasında Fransa işleri ağırdan alarak geciktirmeye
çalıştı. Atatürk Fransızların bu gayri-siyasi hareketine karşılık güney
sınırlarımıza bir seyahat düzenleyip, konuya olan hassasiyetini ve ilgisini
göstererek ordumuzu denetlemesi Fransızların bu hareketlerine son verdirdi.
Başlayan siyasi bunalım ve savaş sebebiyle Fransa'nın Türkiye ile
ilişkilerini düzeltmek ve arttırmak istemesi neticesinde 23 Haziran 1939
yılında yapılan antlaşmayla Milli Misak sınırları içirisinde bulunan Hatay,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne katılarak, Atatürk'ün isteği gerçekleştirilmiş
oldu.
Milletler Meclisi'ne Kabul:
Türkiye kurduğu yeni devlet ve yaptığı antlaşmalarla kendini dünya
siyasetinde göstermeye başladı.
1930'lu yıllarda Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki gruplaşmaları
yine kendi barışlarının tehlikeye girmesine neden oldu. Avrupalı devletler,
kilit ülke durumuna yükselen Türkiye'yi kendi aralarında görmek istediler.
Sonuçta Türkiye 6 Temmuz 1932 yılında yapılan bir antlaşmayla Milletler
Meclisi'ne kabul edildi.
Balkan Antantı
Gerek Türkiye'nin gerek Türkiye'ye komşu ülkelerin güvenliğinin sağlanması
amacıyla, söz konusu ülkeler olan Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya'nın
katılımıyla 9 Şubat 1934 tarihinde Balkan Antantı imzalandı.
Sadabat Paktı
Yaklaşan savaş tehlikesine, özellikle de İtalya tehdidine karşı, Türkiye,
İran, Irak ve Afganistan tarafından, kendi sınırlarını koruma, ortak çıkarlarda
ortak hareket etme ve saldırmazlık prensipleri göz önünde bulundurularak, 8
Temmuz 1937 tarihinde Tahran'daki Sadabat Sarayı'nda Sadabat Paktı imzalandı.
Türkiye Cumhuriyeti Antlaşmaları (1923-1938)
Büyük Önder Atatürk, ülkesinin geleceği, güvenliği ve medeni devletler
arasında yerini alabilmesi için, zor zamanlarda yapılan bu antlaşmalarla dış
siyasetteki yolu tespit ederek, ülkemizi bizlere emanet etmiştir.
24 Temmuz 1923
Lozan Barışı imzalandı.
10 Aralık 1923
Türkiye Cumhuriyeti ile Avusturya Hükümeti arasında Ankara'da Dostluk
Antlaşması imzalandı.
15 Aralık 1923
Türkiye ile Arnavutluk arasında İkamet Mukavelesi imzalandı.
15 Aralık 1923
Türkiye-Macaristan Dostluk Antlaşması İstanbul'da imzalandı.
28 Ocak 1924
Türkiye-Avusturya Dostluk, Ticaret ve İkamet Antlaşmaları İstanbul'da
imzalandı.
31 Mayıs 1924
Türkiye Cumhuriyeti ile İsveç Kraliyeti arasında Dostluk Antlaşması
imzalandı.
4 Ağustos 1924
Lozan Antlaşması yürürlüğe girdi.
21 Eylül 1924
Samsun-Çarşamba Demiryolu'nun temeli Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk
tarafından atıldı. Gazi Mustafa Kemal, törende yaptığı konuşmada 'Bu memlekete
iki şey gerek: Yol ve okul.' dedi.
27 Eylül 1924
Türkiye-İspanya Dostluk Antlaşması Ankara'da imzalandı.
11 Ekim 1924
Türkiye-Çekoslavakya Dostluk Antlaşması Ankara'da imzalandı.
1 Aralık 1924
Türkiye ile Estonya arasında Dostluk Antlaşması imzalandı.
9 Aralık 1924
Türkiye-Finlandiya Dostluk Antlaşması imzalandı.
15 Ağustos 1925
Kayseri'de tayyare ve motor fabrikası kurulması için Junkers Firması'yla
antlaşma imzalandı.
19 Eylül 1925
Türkiye-İsviçre Dostluk Antlaşması Cenevre'de imzalandı.
18 Ekim 1925
Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşması Ankara'da imzalandı.
28 Ekim 1925
Türkiye-Sırp-Hırvat-Sloven Dostluk Antlaşması imzalandı.
28 Ekim 1925
Türkiye ile Sırp-Hırvat ve Sloven Devleti arasında Dostluk Antlaşması
imzalandı.
17 Aralık 1925
Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması ve bağlı üç protokol
Paris'te imzalandı. (SSCB bu antlaşmayı 7 Kasım 1945'te bozdu.)
30 Ocak 1926
Türkiye-Şili Dostluk Antlaşması imzalandı.
18 Şubat 1926
Türkiye ile Amerika arasında geçici Ticaret Antlaşması imzalandı.
11 Mart 1926
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
25 Mart 1926
Türkiye ile Almanya arasında geçici Ticaret Antlaşması imzalandı.
2 Haziran 1926
Türkiye ile Finlandiya arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
5 Haziran 1926
Musul sorunu, Türkiye, İngiltere ve Irak arasındaki Ankara'da
imzalanan antlaşma ile çözümlendi.
20 Aralık 1926
Türkiye-Macaristan Ticaret Antlaşması imzalandı.
20 Aralık 1926
Türkiye-Macaristan Krallığı İkamet Mukavelenamesi imzalandı.
4 Mayıs 1927
Türkiye ile İsviçre arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
31 Mayıs 1927
Türkiye ile Çekoslovakya arasında Ticaret ve İkamet Antlaşması imzalandı.
28 Ağustos 1927
Türkiye, Belçika ve Lüksemburg arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
4 Şubat 1928
Türkiye-İsveç Ticaret Antlaşması imzalandı.
12 Şubat 1928
Türkiye ile Macaristan arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
12 Mart 1928
Türkiye-Estonya Ticaret Antlaşması imzalandı.
9 Aralık 1928
Türkiye-İsviçre Uzlaşma ve Adli Tesviye ve Tahkim Muahedenamesi imzalandı.
4 Ocak 1929
Türkiye-Uruguay Dostluk Antlaşması imzalandı.
27 Mart 1929
Yunan-Yugoslav Dostluk Antlaşması imzalandı.
11 Haziran 1929
Türkiye-Romanya Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması imzalandı.
12 Ağustos 1929
Türkiye ile Finlandiya arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
29 Ağustos 1929
Türkiye ile Fransa arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
4 Aralık 1929
Türkiye-Uruguay Dostluk Antlaşması imzalandı.
9 Aralık 1929
Türkiye-İtalya Tahkimnamesi imzalandı.
21 Aralık 1929
Türkiye ile İrlanda arasında geçici Ticaret Antlaşması imzalandı.
21 Mayıs 1930
Türkiye ile Macaristan arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
22 Haziran 1930
Türkiye ile Avusturya arasında Ticaret ve Hukuk Antlaşması imzalandı.
17 Eylül 1930
Türkiye-Litvanya arasında Dostluk Antlaşması imzalandı.
17 Ocak 1931
Türkiye-Çekoslovakya Ticaret Antlaşması imzalandı.
16 Mart 1931
Türkiye-Norveç İkamet, Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması imzalandı.
5 Aralık 1931
Başbakan İsmet İnönü ile Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın
Yunanistan'ı ziyaretleri sırasında, 1930 Türk-Yunan Dostluk Antlaşması
yürürlüğe konuldu.
3 Temmuz 1932
Türkiye ile Fransa arasında Antakya'da Askeri Antlaşma imzalandı. Antlaşma
uyarınca Türk askeri birlikleri 5 Temmuz'da Hatay'a girdi.
22 Nisan 1933
Osmanlı Duyun-u Umumiye (genel dış borçlar) İdaresi arasında imzalanan
antlaşma ile Osmanlı dönemi borçlarının tasfiyesine başlandı.
8 Mayıs 1933
Türkiye ile Yunanistan arasında Ticaret Antlaşması imzalandı.
21 Ocak 1934
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Kredi Antlaşması imzalandı.
9 Şubat 1934
Türkiye, Romanya, Yunanistan, Yugoslavya arasında Balkan Paktı imzalandı.
20 Temmuz 1936
Türkiye'nin İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki tüm haklarını
tanıyan ve kabul eden Monteux Antlaşması imzalandı.
9 Kasım 1936
Montreux Boğazlar Sözleşmesi resmen yürürlüğe girdi.
24 Ocak 1937
Bulgaristan ile Yugoslavya arasında "Ebedi" Dostluk Antlaşması
imzalandı.
7 Nisan 1937
Türkiye ile Mısır arasında Dostluk, İkamet ve Tabiiyet antlaşması
imzalandı.
8 Temmuz 1937
Sadabat Paktı, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalandı.
12 Ocak 1938
Türkiye-Letonya Ticaret Antlaşması imzalandı.
14 Ocak 1938
Türkiye-Irak-İran-Afganistan arasında aktedilen Sadabat Paktı, TBMM'de
onaylandı.
8 Mayıs 1938
Türkiye ile Almanya arasında Kredi Antlaşması imzalandı.
27 Mayıs 1938
Türkiye ile İngiltere arasında Kredi Antlaşması imzalandı.
4 Temmuz 1938
Türkiye ve Fransa, Hatay'da eşit sayıda asker bulundurmaları konusunda
antlaşma yaptı. Türk birlikleri 4 Temmuz'da Hatay'a girdi.12
Aramızdan Ayrılışı
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet'in ilanını yepyeni bir
dönemin başlangıcı olarak gördü; bitmek tükenmek bilmeyen bir çabayla,
inkılaplarını tüm vatan sathına yayma işine girişti. Diğer bir deyişle, kendini
tamamıyla bu anlamlı çalışmaya adadı. Ancak bu değerli çalışmaları sekteye
uğratacak bir gelişme kapıda bekliyordu. 1937 yılının başından itibaren sağlığı
bozulmaya başladı. "Karaciğer yetmezliği" nedeniyle çeşitli
rahatsızlıklar duyuyordu. Bu nedenle doktorların tavsiyelerine uyarak tedavi
gördü. Ne var ki, söz konusu rahatsızlığı gitgide ağırlaştı. 10 Kasım 1938'de
saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu.
1 www.kho.edu.tr
2 www.kho.edu.tr
3 www.kho.edu.tr
4 F. Rıfkı Atay,
Atatürk'ün Hatıraları, Ankara, 1965, s.111
5 F. Rıfkı Atay,
Atatürk'ün Hatıraları, Ankara, 1965, s.111
6 Atatürk'ün Söylev ve
Demeçleri, Cilt I, İstanbul, 1945, s. 29
7 Mustafa Kemal Atatürk,
Nutuk, Cilt 1, s. 247
8 www.kho.edu.tr
9 Mim Kemal Öke;
Kerkük-Musul Dosyası, İstanbul, 1991, s. 31
10 Atatürk'ün Söylev ve
Demeçleri; Cilt I, s. 74
11 T.B.M.M. Gizli Celse
Zabıtları; Cilt IV, s. 173 -176
12 Prof.Dr. Ahmet Mumcu,
Atatürk İnkılapları ve İnkılap Tarihi, Anadolu
Üniversite Yayınları, s. 93
2. bölüm
Atatürk İçin Ne Dediler?
Cumhuriyet tarihi boyunca Büyük Önder Atatürk hakkında pek çok eser kaleme
alınmış, çeşitli konferanslar, seminerler ve söyleşiler düzenlenmiş, birçok
yorum ve değerlendirmeler yapılmıştır. Atatürk çok büyük bir komutan, güçlü bir
devlet adamı olmanın yanı sıra, aydın, düşünceye saygılı, nezih bir aile
ortamında yetişmiş bir beyefendidir.
Tevazusu, hoşgörüsü, uzlaşmacı kişiliği, akılcı yapısı, dine olan
hassasiyeti ile giyim ve kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe
verdiği önem bunun en belirgin delillerindendir.
Büyük Önder, gerek kendi milleti gerekse tüm dünya milletleri için çok
büyük bir kahraman ve siyasi bir dehadır. Atatürk ile aynı dönemde yaşayanlar
gibi, Ondan sonra gelen nesiller de Onun üstün karakterine hayrandırlar. Bu
bölümde Atatürk'ün yukarıda bahsettiğimiz üstün özelliklerine, yabancı
devletlerin liderlerinin ve önde gelen siyasetçilerinin ağzından bir kez daha
şahit olacağız.
Atatürk bir asker olarak, amansız ve hatta bazı anlarına ümitsiz gözüken
bir mücadeleden muzaffer çıkmış ve sonra da devlet sorumluluğunu üzerine
almıştır. 29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanı, Onun diplomatik
dehasının bir eseridir. Türk Devleti'nin demokratik gelişmesini engelleyen,
maziden kalma bazı gelenek, örf ve adetlerin değiştirilmesi veya kaldırılması
gerekiyordu. O cesurane ve azimkarane ideallere sahipti, yılmak bilmeyen bir
çabayla eserlerini gerçekleştirmeğe başladı... Atatürk, Almanlarla geleneksel,
yürekten ve karşılıklı güvene dayanan ilişkiler kurmuş ve sürdürmüştür.
Ludwig Erhard
Batı Alman Cumhurbaşkanı
Türk Milli Ordusu güçlü ve etkindir. İngiltere Hükümeti bunu kavrayabilmiş
değildir. Yepyeni bir Türkiye doğmuştur. Bu da İngiltere'de henüz anlaşılmış
değildir. Türk'ü Avrupa dışına, Anadolu'ya itmeye çalışmak, çılgınlıktır!
İngiliz General Townshend
27 Temmuz 1922
Mustafa Kemal Bey, sorumluluk yüklenmekten korkmayan, doğuştan bir şef
idi. 25 Nisan sabahı 19. Tümeni'yle kendiliğinden düşmana saldırmaya karar
verdi. Onu kıyıya sürdü ve üç ay boyunca kendisine yapılan çetin saldırılara
inatçı ve sarsılmaz bir karşı koymada bulundu. Onun azmine tam olarak
güvenebilirim.
Liman Von Sanders
Alman Generali
Millî Kahraman Atatürk, memleketini kurtarmayı ve millî bir geleceğin
temellerini atmayı başardı. Memleketini görüşmelerle ve Cenevre metotlarıyla
kurtaramayacağına inanarak mücadele yolunu seçti. Bunda yalnız çelik gibi bir
irade ve kuvvet başarısı olabilirdi. Memleket içindeki eseri, daha az
hayranlığa layık değildir. Almanya, Atatürk'ün eserine ve mücadelesine
hayrandır. Onda, tarihi eseri, özgürlüğü seven bütün milletler için bir sembol
olarak kalacak kudretli bir kişilik görmektedir.
Berlin, Alman Ajansı
Atatürk, yeni Türkiye'nin kurucusu olduğu kadar, milletinin eğiticisi ve
yetiştiricisi olmuştur. Atatürk, kişiliğinin kuvvetiyle milletleri içten ve
dıştan değiştiren savaş şefleri arasında özel bir yer tutacaktır. O, yeni
Türkiye'nin kurucusu olmuştur. Yakın doğunun şimdiki çehresini Atatürk tespit
etti.
Alman Germania Gazetesi
Kendisinin tarihi büyüklüğü, eseri olan yeni Türkiye'ye bakılarak bugünden
ölçülebilir. Çelik gibi azim ve gayreti, uzağı gören akıl ve hikmetle birleşmiş
olan bu gerçek halk önderi ve devlet adamı; Anadolu dağlarının en uzak ve ıssız
köşesindeki köylere bile başka bir ruh aşılamıştır.
Alman Illustrierte Dergisi
Atatürk'ün hayatı ve Türk Milleti'nin yeniden uyanış ve kalkınışı, Türk
Milleti'nin ruhunun ilk evini henüz yirminci asırda kurmuş olmadığı kanaatini
gösteriyor. Kemâl Atatürk ile yüzlerce asrın derinliğinden kahraman bir ruh
aydınlığa yükseliyor ve bu ruh, dünyanın esarete düşmüş kısımlarındaki
milletlere hürriyet ve kurtuluş yolunu gösteriyor.
Onun hüviyeti, Nil sahillerinden eski Çin denizlerine kadar uzanan bir
efsane olmuştur. Bununla beraber, O gene milletinin ortasındadır. Olgun ve
kemale ermiş zekasıyla, münevver ve ebedi gençliğin yorulmak bilmez kudret ve
ciddiyetine mazhar olan, O, kendi milleti ve beşeriyet âlemi için beslediği
muhabbetle, bir dahinin neler oluşturduğuna dair, cihana fevkâlâde heyecanlı
bir sahne seyrettirmektedir.
Mustafa Kemal, hırpalanmış, silahı elinden alınmış olan milletle elele
vererek tarihe yeni bir devir açmak için mücadeleye atıldı ve mücadelesinde,
ruh kudretinin dünya yüzündeki bütün silahlardan üstün olduğunu ispat etti.
Mustafa Kemal'i yüksek kumandanların çoğuna üstün kılan nitelik, ölümü
küçümsemek ve yiğitlik göstermek bakımından askerlerine en büyük örnek
olmasıdır.3
Profesör Herbert Melzig
Alman Tarihçisi
Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını, Türk
halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve
bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır.
Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye'nin doğması,
yeni Türkiye'nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan ve o
zamandan beri koruması, Atatürk'ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki,
Türkiye'de giriştiği derin ve geniş inkılaplar kadar bir kitlenin kendisine
olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur.4
John F. Kennedy
ABD Başkanı, 10 Kasım 1963
Asker-devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. Kendisi,
Türkiye'nin, dünyanın en ileri memleketleri arasında hak ettiği yeri almasını
sağlamıştır. Keza O, Türklere, bir milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil
eden, kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir. Ben, Atatürk'ün sadık
arkadaşlarından biri olmakla büyük bir iftihar duyuyorum.
General MacArthur
Kemal hakkında almış olduğum malumat çok tazedir. Bu husustaki bilgilerimi
kendisini çok iyi tanıyan birisinden temin ettim. Sosyalist Sovyet
Cumhuriyetleri Birliği Hükümeti'nin tanınması hakkında Sovyet Rusya Hariciye
Nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine onun fikrince bütün Avrupa'nın en
kıymetli ve en ziyade dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sordum. Bana
verdiği cevapta:
Avrupa'nın en kıymetli devlet adamının bugün Avrupa'da yaşamadığını, bunun
Türkiye Cumhurreisi Mustafa Kemal olduğunu söyledi.
Franklin D. Roosevelt'in bu sözlerine karşı, Disraeli'nin İngiltere'yi
idare ettiği zamandan beri, Avrupa'da o ırktan gelmiş bütün devlet adamları
içinde en maharetlisi olan Litvinof tarafından söylenmiş olan bu mütalaanın çok
kıymetli olduğunu beyan ettim.5
Roosevelt, Franklin D.
ABD Başkanı, 1928
Kemal Atatürk'ün çağımızın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri
olduğu hakkında en ufak bir kuşkum yoktur. Benim ülkemin en büyük adamlarından
biri olan Winston Churchill, "Atatürk"ü I. Dünya Savaşı ve sonrasının
en büyük dört-beş simasından biri" olarak anlatır. Churchill Ondan
"Türk Milleti'nin önderi, büyük bir asker olan Savaşçı Prens" diye
söz etmişti. Gerçek de budur. Atatürk herşeyden önce büyük bir askerdi, fakat
zamanla büyük bir devlet adamı oldu. Tarihin bize anlattığı pek çok büyük
askerler ve büyük devlet adamlarının yanında, bu iki özellliği kendinde
toplayan pek az kişi vardır ve Atatürk, bu seyrek görülür kişilerdendir.
O büyük bir asker-devlet adamıdır. Atatürk, bir taraftan savaş adamı, öte
yandan da barış adamıdır. İçindeki büyük askeri deha, milletini çökmekten
kurtarmış ve yine içindeki devlet adamı özelliği, hayatına ışık saçtığı
milletinin yeniden doğuşunu sağlamıştır. Bu büyük başarı, insanlarda az
rastlanan yetenek birleşimlerinin eseridir. 6
Mustafa Kemal, sonraki adıyla Kemal Atatürk, yirminci yüzyılın ilk
yarısını olağanüstü kişiliğiyle etkilemiş büyük bir asker ve devlet adamıydı.
Onu çağının diktatörlerinden ayıran iki önemli nokta vardı: Dış politikası,
sınırları genişletmek yerine daraltmak esasına; iç politikası ise kendi
ölümünden sonra da ayakta kalabilecek bir siyasal sistem kurmak düşüncesine
dayanıyordu. Bu gerçekçi ruhladır ki, memleketini yeniden canlandırmayı ve
yıkık, dağınık Osmanlı İmparatorluğu'ndan yeni, katıksız bir Türkiye
Cumhuriyeti kurmayı başarabildi.7
Lord Kinross
İngiliz Yazar ve Gazeteci
Mustafa Kemal'e asi demek kolay. Ama, Türkiye'nin yerinde İngiltere'yi
varsayın, böyle bir adam asi değil, gerçek bir yurtsever olurdu: Vatanı için
dövüşen, onun bölünmesini ve bir imparatorluğu ne kurmaya, ne de yönetmeye gücü
yeten bu miskin Yunanlılara verilmesini kabul etmeyen bir yurtsever.8
Lord Derby
İngiliz Devlet Adamı
Mustafa Kemal Hazretleri herşeyden önce tam anlamıyla savaşçı bir komutan,
metin, geniş simalı, derin ve mütekaşif düşünceli, sert ve canlı sözlü bir
zattır...
General Charles Sherrill
ABD Ankara eski Büyükelçisi
Unutulmamalıdır ki Kemal, Dumlupınar'da parlak bir strateji kabiliyeti
göstermiş ve düşmandan çok daha az sayıdaki Türk kuvvetlerinden gereğince
yararlanmayı bilmiştir.
Dünya üzerinde istila orduları, Yunanlıların uğradıkları büyük bozgun gibi
bir yenilgiyle pek az karşılaşmışlardır.9
General Charles Sherrill
ABD Ankara eski Büyükelçisi
Ankara'da bulunduğum zaman Güneş'e bakar, fakat bu Güneş'i ufukta değil,
Çankaya'da görürdüm. Samimiyetle diyebilirdim ki, hakiki Güneş, Çankaya'daki
Güneş'ti. Atatürk'ün vefatı dünya için büyük bir kayıptır. Onun yüksek deha ve
azimkar karakterine karşı büyük bir hayranlık besleyen Belçika Kralı, bu
duygularını eylemde de göstermek için beni, Büyük Ölü'nün cenaze töreninde
bulunmaya memur etti. Bütün Belçikalılar, yasınıza içtenlikte katılıyorlar.
Mebusan Meclisi'nde Atatürk'ün anısını anmak için yapılan gösteri bunun bir
delilidir.10
De Raymond
Belçika'nın eski Ankara Elçisi
Büyük Asker, cesaretli ıslahatçı ve müstesna devlet adamı
"Atatürk" adını haklı olarak taşımış olan adam, artık yaşayanlar
arasında değildir. Yeni Türkiye'nin tarihi son on beş yıl içinde, onun adına
ayrılmaz bir surette bağlıdır. O, Osmanlı İmparatorluğu'nun en tehlikeli
anlarından birinde politik sahnede gözükerek memleketin enerjisini
canlandırmayı ve milli gelecek için iman ilham etmeyi başarmıştır. O anda
devletin var olması söz konusuydu ve Türk Milleti yenilmişti, ümitsizlik içinde
bulunuyordu. Görevi kolay değildi. Uzun ve çetin bir savaştan sonra, Türk
topraklarının üçte ikisi yabancı askerler tarafından işgal edilmişti ve kendisi
iki cephede savunmaya mecbur bulunuyordu: Dışta düşmanla, içte Sultan'la...
B. Pavlof
Bulgaristan, Ankara Orta elçisi
Hiçbir memleket, Yeni Türkiye'nin Ata'sı tarafından başarılan yenilik
kadar çabuk ve o kadar derin bir yenileşme görmemiştir. O, her tarafta dahi bir
asker, müstesna bir ıslahatçı ve yurdun kurtarıcısı olarak bilinmektedir. Bu
derecede insanlar, yüzyıllar içinde yalnız bir defa görülür. Şimdiki
Türkiye'nin tarihi bu müstesna devlet adamının tarihidir.11
Dness Gazetesi, Bulgaristan
Eserini O, bir savaşçı ve bir de devlet adamı olarak meydana getirmiştir.
Atatürk'ün askerlik eserini iyice anlayabilmek lazımdır: Yıkılmış bir devlet,
bozguna uğramış bir ordu, bitkin ve umutsuz bir millet!
Buna rağmen Atatürk, karşısına çıkarılan bütün orduları ezdikten sonra,
Lozan'da 1923 Haziranı'nda yenilmişlere milli Türkiye Devleti'ni dikta etmiştir.
Atatürk, hudutlarını çizmiş olduğu Türkiye'nin Ona öncekinden daha büyük
görevler yükleyeceğini kavramıştı. O, arkasında modern bir devlet
bırakmıştır.12
Berlinske Tidence Gazetesi, Danimarka
Atatürk, şahsiyet ve yeteneğin dev gibi bir simgesi idi. O, yirminci
yüzyılın en muazzam olayını gerçekleştiren adamdı. Gerçekten meydana getirmiş
olduğu eser, yarı Doğulu olan ve halifenin şahsıyla dini tek kuvvet olarak
tanıyan bir milleti modern, lâik ve millî bir devlet haline getirmesidir.
Hakikatte, Doğu'nun ruhuna kök salmış sembollerin atılmasını yeni bir hayat
için radikal bir değişmeyi ifade ediyordu.
Atatürk'ün dış politikası, tarihte bir örnek olarak kalacaktır. Dostça
antlaşmalarla dış borçlar sorununu düzeltmiş, Boğazlar'ı tekrar sağlamlaştırmış,
kan dökmeden Hatay sorununu çözmüştür.
Birçok ıslahat arasında işçiye yeni bir hayat standardı sağlamış olan
Atatürk, arkasında manen ve maddeten kendi izi üzerinde yürüyebilecek kudrette
donatılmış bir Türkiye bırakmıştır.
National Tidence Gazetesi
Danimarka
Tarihte büyük bir diplomatın veya ünlü bir kumandanın hayatını
okuduğumuzda onun yüzünü, sözünü, bakışlarını hayal etmekten zevk duyar ve
kendi kendimize: "Onu görsek ve tanısak ne iyi olurdu" deriz.
Bugün Türkiye'nin yapısını belirleyen büyük diplomat, büyük asker ve büyük
inkılâpçı Kemal Atatürk'ün heyecanlı hayatını yıllar geçtikten sonra
hayranlıkla öğrendikleri zaman, hiç kuşkusuz çocuklarımız da böyle
düşüneceklerdir. Kumandanlık yaptığı zaman galip gelerek ülkesine
bağımsızlığını kazandıran, Devlet Başkanı sıfatıyla Cumhuriyet'i ilan edip
kurumlandıran Atatürk'ün hayatı elbette ki heyecanlıdır.
... Fakat Kemal Atatürk'ün karakterinin bir cephesini göstermek itibariyle
bir noktayı hatırlatmak isterim. Bize savaşlarından birini anlatıyordu. Birdenbire
durdu:
'Görüyorsunuz ya' dedi: 'Birçok zafer kazandım. Fakat bunların en
büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri
düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum."
Cesaret ve zekasından başka yüreği bu kadar yüce olan böyle bir Şef'in,
yurdu için mucizeler gerçekleştirmesine şaşılabilir mi?
George Bennes
Fransa, Vu Gazetesi - 1938
Kemal ortaya çıkıncaya ve önümüze, yaşayan bugünü ölü geçmişin zaferlerini
hatırlatan yeni bir Asya çıkarıncaya kadar Türkiye, Avrupa'nın "Hasta
Adam"ı diye adlandırılıyordu. Bu örnek bize Doğu'da yeni bir yaşam umudu
verdi ve bu açıdan Kemal'in ruhu bizim saygılı hayranlığımıza layık olmuştur.
Ölümü Türkiye için olduğu kadar bütün dünya için de büyük bir kayıptır. Kemal
Paşa'nın kahramanlığı sadece savaş alanlarında değildir. Belki de bir halkın
savaşması gereken en öldürücü düşman olan bilinçsiz boş insanların zulmüne
karşı, bıkmaz bir savaş sürdürdü. Kendi halkı için büyük bir kurtarıcıydı.
Bizim için büyük bir örnek olmalıdır.
Rabindranath
Hintli Düşünür
Atatürk, yalnız Türk Milleti'nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün
milletlerin önderiydi. Onun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza
kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk.
Sucheta Kripalani
Hint Parlamento Heyeti Başkanı
Çağımızda uzak görüşlü, cesur, siyasî, sosyal ve ekonomik reformlarla,
Türkiye'yi bugünkü modern cumhuriyet haline getiren Kemâl Atatürk'tür. Aynı
zamanda bugün Türkiye'nin Avrupa Ortak Pazarı'na girebilecek düzeye gelmesini
sağlayan modern ekonominin temelini hazırlayan da yine Odur. Atatürk,
kişiliğiyle, sorumluluk duygusu ve medeni cesaretiyle örnek olmuştur. Bu
meziyetlerin, vatandaşlarınızın birçoğunda da var olduğunu gözlemiş
bulunuyorum. Atatürk ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan
bugüne kadar elde ettiği itibarın temelini atmışlardır.
Kemal Atatürk'ün dediği gibi, Türk Milleti, durmadan ve korkmadan uygarlık
yolunda ilerlemeye hazır ve kararlıdır. Ben de ilerlemenin ekonomik kuvvet ve
zenginlik alanında da aynen gözlendiğini eklemek isterim.
Luns
Hollanda Dış İşleri Bakanı
1. Cihan Savaşı'nda, Gelibolu Yarımadası'ndaki kahramanlık destanı olan
mücadelede ve Kurtuluş Savaşı'ndaki davada yüksek dehası kendisine tam ve
parlak zaferler kazandırmıştır.
Yüksek ruhu ve sebatı sayesinde, herhangi bir komutanın ümidini kıracak
zorlukları ve talihsizlikleri sarsılmaksızın atlatmıştır.
The Times Gazetesi
İngiltere
Atatürk'ün ölümüne, bugün hayatın artık hatıradan başka bir şey olmadığı
bir alemde büyük bir devlet adamı, büyük bir asker, büyük derecede şerefli bir
şahsiyet olarak ağlanmaktadır. İngiltere önce, cesur ve asil bir düşman, sonra
da sadık bir dost olarak tanıdığı büyük adamı selamlamaktadır.
Sunday Times Gazetesi
İngiltere
Tarihte bir tümen komutanının üç ayrı cepheye, duruma nüfuz ederek, yalnız
bir harbin gidişine değil, bir cephenin akıbetine tesir edecek bir vaziyet
oluşturmasının bir eşine çok nadir rastlanır.
General Aspinal
Atatürk'ün adı bizde hemen hemen 50 yıl önce parlak bir Türk askeri
kumandanı olarak biliniyordu. Barışı takiben Ona büyük milli liderler arasında
tarihteki sürekli yerini kazandıran devletçilik nitelikleriyle Atatürk'ü
tanıdık. Bugün, Türkiye-Batı bağlaşması içinde İngiltere ortaklık yapmaktadır.
İngiltere ve Türkiye aynı genel politikayı uygulamakta ve çeşitli alanlarda
fayda sağlayan işbirliğinde bulunmaktadırlar. Mutlu işbirliği, büyük anlamda
Atatürk'ün çalışmalarının neticesidir.
Atatürk'ün ölümünün 25. yıl dönümünde, Onu kahraman asker olarak saygı ile
anar, modern Türkiye'nin Ata'sını, devlet adamı Atatürk'ü takdir ve şükranla
anarız.
Sir A. Douglas Hume
İngiltere Başbakanı
General Mustafa Kemal'in Atatürk adı ile adlandırılması, kendisinin
Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'nı kaybetmesinden sonra, Türk
Devleti'nin onurunu kurtarmak amacıyla atılmış olduğu cüretkar savaştan sonra,
yeni Türkiye'nin kalkınmasının Ata'sı olduğunu gösterir.
Yirminci yüzyıl tarihinin Atatürk'ün şahsına önem verilmesi kadar doğal
bir şey olamaz, zira Atatürk milletinin yenilgisini zafere, çöküşünü
yükselmeye, gerilemesini ilerlemeye çevirmek yolunda yurt görevinin kendilerine
yükletmiş olduğu ödevleri yerine getirmek için, durumu memleketleri lehine
çevirmeye hazır bulunan cesur subayların canlı bir örneğidir.
Abdülsselâm Arif
Irak
Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir devre
için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde
hüküm sürecek insanlardır.
Tahran Gazetesi
İran
Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından önce yetişen
en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük
bir inkılapçı olmuştur. 20
Ben Gurion
İsrail Başbakanı (1963)
Büyük adamlar, kuşaklarının başındadırlar. Türk Milleti'nin başındaki
büyük ve dahi Atatürk, politika ve savaş alanlarında yılmayan büyük ve
yurtsever bir insandı.
Onun çevresinde toplanan kahraman Mehmetçiklerle, parçalanmış olan
memleketi birleştirdi ve ümitle yaşayan millete mucizeleriyle zaferler
kazandırdı.
Kahraman Atatürk, milletlerin kurtuluşlarına kendilerini adamış olan
kurtarıcıların ve onları ıslah eden kişiler ve milliyetçi adamların bir sembolü
olarak daima yaşayacaktır.21
Kerama
Lübnan Başbakanı, 10 Kasım 1963
Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz seziş ile hasımlarını dize getirdi.
Fazilet ve ciddiyeti, üç yılda memleketine askeri, aynı zamanda tam ve doyurucu
bir siyasi zafer kazandırdı.22
F. Perrone Di San Martino
İtalyan Yazar
Açıklanamayacak ve yalanlanamayacak olan şey; direnme fikrinin,
Türkiye'nin daha iyi bir geleceğe layık olduğu anlayışının, güçlü ve
dostlarının saygı gösterdiği, düşmanlarının da korktuğu Türkiye'nin, geçmişten
kalma herşeyle bağını koparmış Türkiye'nin kurulması fikrinin, Mustafa Kemal'in
ruhunda doğduğu, Onun zekası ile işlendiği ve Onun elleriyle
gerçekleştirildiğidir.23
Thomas Vaidis
Yunanlı Fikir Adamı
Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz
Pakistan'da, Onu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak
görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever olan
Kemal Atatürk, memleketinizi yeniden büyüklük yoluna koydu. O yalnız sizin
milletinizin sevgili lideri değildi. Dünyadaki bütün Müslümanlar gözlerini
sevgi ve hayranlık hisleriyle Ona çevirmişlerdi. O, Müslüman dünyasında yeniden
siyasi uyanış yönünden ileriye doğru cesur bir adım atan bir avuç insandan
biriydi.24
Eyüp Han
Pakistan Cumhurbaşkanı, 10 Kasım 1938
Sultanları kovan, orduları tarumar eden, Çanakkale ve Sakarya kahramanı
Mustafa Kemal öldü. Türkiye'yi en kuvvetli devletler düzeyine çıkartan; vatanı
kölelikten özgürlüğe, horlanmaktan şerefe götüren Atatürk öldü. Zulmün en büyük
düşmanı öldü. Kalplerimiz bu büyük acı karşısında titriyor.25
Ebabil Gazetesi
Beyrut, 1938
Modern devlet adamları arasında, yeni Türkiye'nin Şefi yüksek bir yer
tutmaktadır. Görevi Türk tarihinde en nazik olanlardan biri idi ve bunu şayanı
hayret bir şekilde başarmaya muvaffak oldu. Bu hayret verici başarı,
mücadelerle çelikleşmiş olan karakter ve sarsılmaz iradesi sayesinde mümkün
olmuştur. Ölümü, Türkiye'nin sarsılması demek olmayacak, zira bütün genç nesil,
şefleri tarafından çizilen yolu iman ve şevkle takip etmektedir.
Ujmagyar Gazetesi
Budapeşte, 1938
Milletimiz Gazi'nin ölmez eseri için en büyük hayranlığı onun sahasında, savaş
meydanlarında, büyük asker olduğunu tespit ettikten sonra, herşeyin tamamen
kaybolduğu zannedildiği bir anda, milletinden ümidini kesmeyi ve yenilgiyi
kabul etmeyi şiddetle reddeden, Tanrı'nın seçtiği büyük insanı anıyoruz. O,
güçleri birleştirmeyi, kırılmış cesaretleri yükseltmeyi bilmiş, milli ülkenin
bütünlüğünü tekrar kurmuş ve memleketinin bağımsızlık ve egemenliğini
kazanmasını başarmıştır. Atatürk böylece, ölümü esirliğe tercih eden bir
milletin neler yapabileceğini hayretler içinde bulunan dünyaya göstermiştir. Bu
örnek unutulmayacaktır.
Biz memleketin egemenliğinin mimarı olarak Atatürk'ün şahsına, parçalanmak
yolunda olan bir imparatorluğun yıkıntısı üstünde hayranlık duymaktayız.27
Habib Burgiba
Tunus Cumhurbaşkanı
Atatürk yeni Türkiye'yi kılıcı ile meydana getirmiş ve dehâsı ile
düzenlemiştir. Onun ateşli yurtseverliğinin harekete geçmemiş olduğu hiçbir
alan yoktur. Eski Türkiye'nin bütün felaketlerinin kaynağı Osmanlı Devleti'nin
iç işlerine yabancı devletlerin karışmaları olduğunu anlayan ilk adam olmuştur.
Atatürk, Türkiye'yi ufalma ve bölünmeye uğramaktan kurtarmıştır. Şimdiki
Türkiye, hem kendi yakınında hem de bütün Avrupa'da birçok dostlara maliktir.
Bütün dünyanın hayranlığını kazanan ve Türkiye'nin hayatının en şerefli
devresini teşkil eden işte ıslahat siyasi, iktisadi, içtimai, fikri, ilâhi...
bütün alanları kapsar.
Bu düzenlemenin tarihi 1923'tür. Yani Lozan Antlaşması'nın imzalanması
tarihidir. Bu antlaşmayı diğer devletlerden evvel, Türkiye'ye 150 yıldan beri
geleneksel dostluklarla bağlı olan Polonya kabul etmiştir. Milli onur duygusuna
sahip olan Türk Milleti'nin babası olan Atatürk'ü, sarsılmaz bir aşkla
sarmasında hayret edilecek hiçbir şey yoktur. Yeni Türkiye milletlerarası
siyasette hesaba katılması gereken bir eleman olmuştur. Türkiye'nin modernleşme
ve yenileşme hareketi devam ediyor. Osmanlıların "Hasta Adam"ı
iyileşmiştir. İlerlemesi ve enerjisi yerindedir. Atatürk, bunu yapmakla
gerçekten bir mucize göstermiştir.
Gazeta Polska
Varşova, 1938
Atatürk'ün dehası, tarihte Türk Milleti'nin taşıdığı ruhun ve faziletin en
yüksek örneklerinden birini teşkil edecektir.
Branko Aczemoviç
Yugoslavya Elçisi
Türk Milleti'nin özgürlük ve Türkiye'nin millî kalkınması için çetin
mücadelelere adını yazan Kemal Atatürk'ü memleketimiz çok iyi tanır.
Atatürk, Türk Milleti'ni, kışkırtıcı kuvvetlere, emperyalistlere ve silah
zoru ile Türk Milleti'ni ezerek memleketi büyük devletlerin bir sömürgesi
haline getirmek isteyen kuvvetlere karşı savaşa girmesi için uyandırmıştır.
Yakın ve Orta Doğu'daki ilk cumhuriyet, doğuşunu Ona borçludur. Bu cumhuriyet
birçok milletin milli özgürlük hareketlerine ışık tutmuştur. Atatürk'ün kutsal
saydığı emperyalizmle savaşını, yalnız Türk Milleti değil, diğer doğu ülkeleri
de takdirle karşılıyordu.
Türkiye'nin yüzyıllık geriliğinden kurtulması için Atatürk pek çok şey
yapmıştır. Gerçekleştirdiği reformlar memleketin ekonomik hayatının, tarımsal
kalkınmanın hızla ilerlemesini hedef tutmuştur. Atatürk yönetimi zamanında,
Türkiye'nin milletlerarası otoritesi yükselmiş ve memleket, dünya siyasetinde
önemli rol oynamaya başlamıştır.
N. S. Kruşçeff
Sovyetler Birliği Başkanı, 10 Kasım 1938
Atatürk; milletin atası, kılıç, fikir, kalb ve irade adamı idi. Milletin
bu büyük evladı, aynı zamanda yirminci yüzyılın en büyük yurttaşıdır.
Slovo Gazetesi
Bulgaristan
Onun idaresi altında Türkiye, Avrupa'nın kıymetli bir üyesi oldu.30
London Times Gazetesi
İngiltere
Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon,
bilim ve düşünce ihtilali, Fransız İnkılabı ve Sanayi Devrimi'ni, Atatürk, bir
insan ömrüne sığdırmıştır.
Arnold Toynbee
Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan'da olurdu, ama Trakya ve
Anadolu'da kalmazdı. 100 yılda büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş
Türklerin Konya Ovası'ndan sürülmeleri ve atılmaları ne kadar sürerdi
sanıyorsunuz? Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi
kurtarmadı; Türk neslini de kurtardı. Türk Bağımsızlık Savaşı'nda bir şey oldu
ve plan artık yürümedi. Yunanlılar bozguna uğrayınca, kaçarken her yanı
yaktılar, yıktılar, herkesi öldürdüler. Amerikan Elçisi ve Amerikan kaynakları
bu olayı doğruluyorlar. Sadece Batı'da Rumlar tarafından bir milyonun üzerinde
Türk öldürüldü, 1.2 milyonu da sürgüne zorlandı. Çok kötü bir yüzyıl olmuştur.
Müslüman ülkesi yok edilmiştir. 1800-1922 arasında Yunanlılar 950 bin göçmen,
320 bin ölü verdiler. Ermeniler 910 bin göçmen ve 580 bin ölü verdi. Sonuç? Bu
ibret tablosunun karşısında, kim suçlu diye sormak gerekiyor. Mustafa Kemal'in
itildiği Konya Ovası'nı gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye
gelinmiş. Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı.
Prof. Justin McCarty
Amerikalı Tarihçi
Ülkeler başarıya birleştirici efsaneler yardımıyla ulaşırlar. ABD'nin
Amerikan Devrimi ve George Washington'u, Fransız Devrimi ve Fransız kültür
kavramı, İngilizlerin Magna Carta ile Kraliyet Ailesi, Yunanistan'ın
demokrasinin doğduğu yer efsaneleri örneklerdir. Türkiye'yi birleştiren efsane
ise, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve Kemal Atatürk'tür. Bunlarsız Türkiye
dağılabilir... Sonuç olarak; dünyada çok az ülkenin Atatürk gibi bir milli
kahramanı var.32
Nick Ludington
Robert Kolej Mütevelli Heyeti Üyesi
Yakınlarının ve Çalışma
Arkadaşlarının Ağzından Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk, hemen her zaman nerede durulacağını bilmiştir. Bu,
Onun pek hayran olduğum meziyetlerinden biriydi. Daima ilerisini düşünmek,
daima dikkat, onun memleket yolundaki işlerinde hakim olmuştur.
Mareşal Fevzi Çakmak
Öyle şartlar içinde Mustafa Kemal'in yaptığını yapabilecek cesarette
demiyorum, belki Ondan gözü pekler vardı; azminde demiyorum, belki Onun kadar
azimli olanları vardı; bilgi de demiyorum, şüphesiz Ondan daha bilgili olanları
vardı; fakat kırk yıllık ömrümde Onun "liderlik dehasında" hiç kimseyi
tanımadım.
Falih Rıfkı Atay
Bütün dünyaya kendisini dahi olarak kabul ettiren bu insanın, her konuda
şüphesiz dahiyane fikirleri olacaktı. Bu fikirleri peşinen bilmeye imkan
göremiyorum. Atatürk durumlara göre gerekli tedbirleri almasını çok iyi bilen
bir insandı.
Ancak şu vesile ile halk efkarına şunu açıklamak isterim; Atatürk'ün en
çok kızdığı cümle "Az gelişmiş ülke" cümlesiydi.
Prof. Afet İnan
Savaş meydanlarının muzaffer kumandanı, barış masalarının ateşli
savunucusu, hürriyet ve bağımsızlık aşığı; demokrasi, milli egemenlik ve milli
hakimiyetin ateşli taraftarı Kemal Atatürk, bilim ve tekniğin aydınlığında
çağdaş Türkiye'yi kurmayı, Cumhuriyet'i emanet ettiği gençliğe esas hedef
olarak göstermiştir.
Türk istiklâl ve hürriyet destanının hem en büyük kahramanı ve hem de baş
yazarı Atatürk'tür.
Fethi Bolayır
Atatürk, özellikle bulunduğu toplumda kötümserlik duygularını derhal
yıkayan ve memlekette çalışmak için, güçlü, ileri ve mutlu olmak için gereken
neşe ve kudreti derhal çevresine aşılayan bir insandır.
İsmet İnönü
Mustafa Kemal Paşa mücadeleye atılmasıydı, bu memleket kurtulamazdı.
Anadolu'nun tehlikeye düşen yerlerinde, batıda, doğuda ve güneyde başlayan ve
bir yurtsever düşüncenin mahsulü olan zayıf, fakat milli karşı koyma
hareketleri Mustafa Kemal Paşa tarafından birleştirilmesiydi, her biri ayrı
ayrı kolayca bastırılabilirdi. Nur içinde yatsın büyük kurtarıcı.
Rauf Orbay
Atatürk, dinamik bir ruha sahiptir. Ona tutulan insan olduğu yerde kalmaz.
Atatürk, geliştirici ve genişletici bir düşünceye sahipti. Onun arkasından
gidenler geride kalmaz. Atatürk bugün için de önderimizdir, ışığımızdır, yarın
için de.
Cemal Gürsel
1 http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13587
2 Vural Sözer,
Atatürklü Günler, Barajans Yayınları, 1998, s. 214
3 http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13587
4 Cemal Kutay,
Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, s. 212
5 http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13592
6 211 Prof.
Dr. Selayman Arslan, Atatürk'ün Devlet Adamlığı Vasfı, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 1996, Sayı 36, s. 952
7 Lord
Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul,
1994, s. 14
8 Lord
Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul,
1994, s. 395
9 http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13592
10 http://www.samsun-aal.k12.tr/ata/nedediler5.htm
11 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Bulgaristan
12 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Danimarka
13 http://www.adkf.org/ataturk/hakkinda.htm
14 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Hindistan
15 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Hollanda
16 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=ingiltere
17 Ord. Prof.
Dr. Sadi Irmak, Atatürk Bir Çağ'ın Açılışı, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1984, s. 382
18 http://ulusdergisi.kolayweb.com/756212731881.html
19 http://www.samsun-aal.k12.tr/ata/nedediler14.htm
20 http://ulusdergisi.kolayweb.com/756212731881.html
21 http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13781
22 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&page=0&t=30&ulke=italya
23 Prof. Dr.
Selayman Arslan, Atatürk'ün Devlet Adamlığı Vasfı, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım 1996, Sayı 36, s. 935
24 Cemal Kutay,
Ne Buldu, Ne Bıraktı, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, İzmir, s. 208
25 http://www.kultur.gov.tr/portal/tarih_tr.asp?belgeno=13781
26 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Macaristan
27 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Tunus
28 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=polonya
29 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Rusya
30 http://abone.turk.net/selamisozer/soylenenler/dunyabas1.htm
31 Ahmet Taner
Kışlalı, Cumhuriyet Gazetesi, 21.10.2000
32 Mehmet Ali Kışlalı, "ABD ve Kemalizm" 22 Eylül
2000, Radikal Gazetesi
33 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Türkiye
34 Falih Rıfkı
Atay , Çankaya, Bateş A.Ş, İstanbul, 1984
35 http://www.ataturk.net/?sayfa=diyorlar&ulke=Turkiye
3. bölüm
Atatürk Diyor Ki...
Atatürk ülkemize yepyeni bir çehre kazandıran üstün bir siyaset adamı ve
askeri bir dehadır. Her zaman en doğruyu gösteren, ileriyi çok iyi görebilme
ferasetine sahip olması sebebiyle en kritik zamanlarda dahi en yerinde kararlar
alabilen çağdaş bir liderdir.
Atatürk, eğitimden devlet politikasına, sanattan savaşa, spordan modern
yeniliklere kadar her konuda eğitilmemizi ve düşüncelerimizin gelişmesini
sağlayan sözleriyle hepimizin fikirlerinin öncüsü olmuştur. 'Atatürk'ün
Sözleri' bölümümüzde de Ata'mızın bizlere yön gösteren, geleceğimiz için ışık
olan sözlerinden bazılarına yer vereceğiz.
Milli Hakimiyet
Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş
bir milletiz.
Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet,
medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık
sayılamaz.
Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet
Meclisi'dir.
Hükümetlerin icraatı menfi olup da millet itiraz etmez ve iktidarı
düşürmezse bütün kusur ve kabahatlere katılmış demektir.
Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve
ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım.
Çocukluğumdan bugüne kadar ailevi, hususi ve resmi hayatımın her safhasını
yakından bilenler için bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin haysiyetin,
namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi, mutlaka o milletin özgürlük ve
bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara çok
ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek
için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben
yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple
milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri
icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı
olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim.
Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan
vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.
Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve
tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her
tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.
Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla
her fikre saygı duyarız.
Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir.
Milli mücadelelere şahsi hırs değil, milli ideal, milli onur sebep
olmuştur.
Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde
kuvvet bulacaktır.
Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin
olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en
zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek
bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller
boyunduruğundan kurtarmalıdır.
Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi
bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve
hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz.
Türk Milleti'nin istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan,
yılmadan ilerlemektir.
Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya
mahkumdurlar.
Din
Milletimiz daha da dindar olmalıdır diyorum. Ama bütün sadelik ve
güzelliği ile. Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, buna da öyle
inanıyorum. Şuura aykırı ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Şu anda
batıl itikatlardan oluşan ikinci bir din mevcuttur. Fakat bu cahiller sırası
gelince aydınlatılacaktır.
Bizim dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez.
Tam tersine Allah da, Peygamberimiz (sav) de insanların ve milletlerin izzet ve
şerefini korumalarını emrediyor.
İntisap etmekle bahtiyar olduğumuz İslam dinini, asırlardan beri alışılmış
olduğu üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden kurtarmak ve yükseltmek elzem
olduğu hakikatini müşahade ediyoruz. Mukaddes ve lahuti olan inançlarımızı ve
vicdanlarımızı çapraşık ve değişken olan ve her türlü menfaat ve ihtirasların
tecellisine sahne olan siyasetten ve siyasetle ilgili bütün hususlardan bir an
evvel ve kesin olarak kurtarmak, milletin, dünya ve ahiret saadetinin emrettiği
bir zarurettir.
Eğer bizim dinimiz akla mantığa uygun bir din olmasaydı, mükemmel
olamazdı, dinlerin sonuncusu olmazdı.
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını söyler. Bazı
kimseler modern olmayı kafir olmak sayıyorlar. Asıl kafirlik onların bu
inanışıdır.
Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması
lazımdır.
İlk olarak Kuran'ın dilimize çevrilmesini emrettim. Kuran ilk olarak
Türkçeye çevriliyor.
Efendiler, camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler
yapmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet
işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir.
Kadın
İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir.
Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de
kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin. Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa
zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin.
Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde
göklere yükselmeye layıksın.
Dünyada ne görüyorsak kadının eseridir.
Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit
değildir. Bugünün anaları için, gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek,
evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek
vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için kadınlarımız, hatta erkeklerimizden
çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer
hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa.
Milletin kaynağı toplum hayatının
esası olan kadın ancak faziletli olursa görevini yerine getirebilir.
Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok
bilgili olmak mecburiyetindedir. Gerçekten milletin anası olmak istiyorlarsa
böyle olmalıdırlar.
Kimse inkar edemez ki, bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin hayat
kabiliyetini tutan hep kadınlarımızdır.
Onun için, hepimiz büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve
minnetle ebediyen taziz ve takdis edelim.
Türk Gençliğine
Gençler, cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta
olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir
hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal
sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.
Yüksek Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur.
Benim naçiz vücudum nasıl olsa bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye
Cumhuriyeti ebediyen yaşayacaktır.
Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip
edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla
yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan
yürüyecektir.
Barış
Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl
görüyorsan, uzaktan bütün doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum.
Bağımsızlık ve egemenliklerine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır.
Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini milletler
arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmieyen yeni bir ahenk ve işbirliği
çağı hakim olacaktır.
Dış Politika
Gerçi bize milliyetçi derler. Ama, biz öyle milliyetçileriz ki, işbirliği
eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün
icaplarını tanırız.
Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem
olurlar.
Güzel Sanatlar
Müsbet bilimlerin temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir
terbiyesinde olduğu kadar beden terbiyesinde de kabiliyeti artmış ve yükselmiş
olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek ana siyasetimizin açık dileğidir.
"Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş
demektir."
Efendiler, siz hayatınızda mebus olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta
cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat hiçbir zaman sanatkar olamazsınız.
Öğretmenler
Mualimler! Yeni nesli, Cumhuriyet'in fedakar öğretmenleri ve eğiticileri,
sizler yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin
kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakarlığınız derecesiyle mütenasip
bulunacaktır.
Milleti kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden,
eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidadını
keşfetmemiştir.
Sayın öğretmenler, hiçbir zaman
düşüncelerinizden çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı
hür nesiller ister.
İlim
Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz.
Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük
cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek
alimler çıkabilir.
Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk Milleti,
Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle
gelişir.
Dünyada herşey için, medeniyet
için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki murşit ilimdir, fendir. İlim ve
fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.
Türk Milleti'nin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda elinde ve
kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek
karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan zekasını, bilime bağlılığını,
güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu, her zaman ve her türlü
vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirmek milli ülkümüzdür.
Ekonomi
Ekonomik kalkınma, Türkiye'nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima
daha müreffeh Türkiye idealinin belkemiğidir.
Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler milletlerini yaşamak ve
ilerlemek imkanlarına kavuştururlar.
Yabancı Sermaye
Milletimizin temel yararı ile ilgili konularda yabancıların bizce hiçbir
önemi yoktur.
Köylüler
Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O
halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve layık olan
köylüdür. Onun için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin iktisadi siyaseti bu asli
gayeye erişmek maksadını güder.
Bir kere memlekette topraksız köylü bırakmamalıdır. Bir çiftçi ailesini
geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir mahiyet alması,
büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliğinin,
arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim
derecesine göre sınırlanması gerekir.
Bağımsızlık
Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş
bir milletiz.
Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür.
Bu millet bağımsızlıktan ayrı yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.
Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temelidir.
Tam bağımsızlık denildiği zaman, tabii, siyasi, mali, iktisadi, adli,
askeri, harsi vs. her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik
kastolunmaktadır.
Türkiye'de Bolşeviklik
olmayacaktır. Çünkü Türk Hükümeti'nin ilk gayesi, halka hürriyet ve saadet
vermek, askerlerimize olduğu kadar sivil halkımıza da iyi bakmaktır.
Milli egemenlik öyle bir nurdur ki,
onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur.
Türk'ün Asaleti
Bu milleti ben değil, içimizdeki ruh, damarımızdaki kan kurtarmıştır.
Biz doğrudan doğruya milletseveriz ve Türk milliyetçisiyiz.
Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur.
Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen
Türk istiklal ve Cumhuriyetini ilelebet korumak ve müdafaa etmektir. Muhtaç
olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Beni olağanüstü bir kişi olarak
yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir.
Büyük devletler Kuran ecdadımız, büyük ve şumullü medeniyetlere de sahip
olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için
bir borçtur.
Dil Hakkında
Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir.
Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti, dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.
Bir memleketin, bir memleket
halkının düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat kendi ırkından büyük tanıdığı
insanlardan vefasızlık, felaket görmesi daha acıdır.
Efendiler, biz hayat ve istiklal isteyen bir milletiz. Ve yalnız ve ancak
bunun için hayatımızı yok etmeyi göze alırız.
Bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini
gösterecektir.
Medeniyet
Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için yeterlidir.
Biz dünya medeniyeti ailesi içinde bulunuyoruz. Medeniyetin bütün
icaplarını tatbik edeceğiz.
Büyük davamız en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı
yükseltmektir.
Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni özelliği ve büyük
medeni kabiliyeti bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet
ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türkler bütün medeni milletlerin dostudurlar.
Türk Milleti'nin istidadi ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan,
yılmadan ilerlemektir.
Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya
mahkumdurlar.
Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında, durmadan ilerlemekte ve
yükselmektedir. Büyük Türk Milleti'nin bu yoldaki hızını, her vasıtayla
arttırmaya çalışmak, bizim hepimizin en kutlu vazifemizdir.
Aileye ve Çocuklara Verdiği Önem
Eşini mutlu edecek herkes evlenmelidir. Çoluk çocuk sahibi olmalıdır. Bana
bakmayınız. Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir.
Çocuk sevgisi insan için bir ihtiyaçtır.
Zafer Hakkında
Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer
ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için belli başlı vasıtadır.
Gaye fikirdir. Bir fikre dayanmayan zafer yaşayamaz. Her büyük zaferin
kazanılmasından sonra yeni bir alem doğmalıdır. Yoksa başlı başına zafer boşa
gitmiş bir gayrettir.
Zafer, "zafer benimdir" diyebilenin, muvaffakiyet,
"muvaffak olacağım" diye başlayanın ve "muvaffak oldum"
diyebilenindir.
Benim için ordumuzun kıymetini ifadede ölçü şudur: Türk Ordusu'nun bir
kıtası muadilinin behemehal mağlup eder, iki mislini durdurur ve tesbit eder.
Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milleti'nin nefesinin sönmeyeceğini,
onun ebedi olduğunu göstermelidir.
Herhalde alemde bir hak vardır ve
hak kuvvetin üstündedir.
Bir millet, bir toplum yalnız bir kişinin çabası ile adımcık bile atamaz.
Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Benim sizden istediğim
şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman da, durmadan yürümek, yorulduğunuz
dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir.
Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip
edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla
yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan
yürüyecektir.
Hakikati konuşmaktan korkmayınız.
Meseleleri hadiselere göre değil, aslında olduğu gibi ele almak lazımdır.
Tatbik eden, icra eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir.
Lüzumuna kani olduğumuz bir işi derhal yapmalıyız.
Fikirler, cebir ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez.
TBMM Açılış Konuşmasından
Kısaltılmış Bazı Bölümler (24 Nisan 1920)
Sayın milletvekilleri! Bugün içinde bulunduğumuz durumu büyük Meclisinizin
huzurunda tam olarak ortaya koyabilmek için bazı açıklamalarda bulunmak
istiyorum. Arz edeceğim konular birkaç bölüme ayrılabilir:
Birinci bölüm; Ateşkes'ten Erzurum Kongresi'ne kadar geçen süre içindeki
durumla ilgilidir.
İkinci bölüm; Erzurum Kongresi'nden 16 Mart tarihinde İstanbul'un
düşmanlar tarafından işgal edildiği güne kadar olan süreyi içine almaktadır.
Üçüncü bölüm; 16 Mart'tan şu dakikaya kadar olan durumla ilgili olacaktır.
Açıklamalarım birtakım belgelere dayanacaktır. İzninizle o belgeleri
gerektikçe burada okuyacağım. Yalnız birinci dönem ile ilgili açıklamalarım
belki biraz şahsi olacaktır. İçinde bulunduğumuz durumu bütünüyle
aydınlatabilmek için o dönemden söz etmeyi gerekli buluyorum.
Yüce makamlarınızca da bilindiği gibi, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, milli
temele dayanan adil bir barışı sağlayabilmek umudu ile ateşkes istedi. Bağımsızlığı
uğrunda dürüst ve cesur bir biçimde savaşan ulusumuz, 30 Ekim 1918 tarihinde
imza edilen Ateşkes Antlaşması ile silahını elinden bıraktı.
İtilaf donanmaları İstanbul'a girdikten sonra Ateşkes Antlaşması'nın
hükümleri bir tarafa bırakıldı; gün geçtikçe artan bir şiddetle, saltanat
hakları, hükümetin gururu, milli onurumuz hiçe sayıldı. İttilaf heyetinden
gördükleri özendirme ve koruma sayesinde Osmanlı uyruğundaki Müslüman olmayan
unsurlar her yerde küstahça saldırılara başladılar.
Meclis-i Mebusan'ın feshi, kuvvetini milletten almayan hükümetlerin sık
sık değişmesi ve halkın vicdanından doğan milli birlik uğrundaki çalışmaların
üzücü bir şekilde siyasi ihtiraslara kurban edilmesi yüzünden dünyaya karşı
milli varlığımız duyurulamadı.
Yabancı kuvvetlerin işgali altında inleyen başkentimizde kan ağlayan bütün
onurlu kişiler, millet aydınları, din ve devlet hizmetlerinin önde gelen
kişileri, büyük hilafet ve saltanat makamı milli bağımsızlığımızın bu tehlikeli
durumdan kurtarılmasının ancak milli vicdandan doğan birliğin azim ve iradesine
bağlı bulunduğuna iman getirdiler. Fakat İstanbul'un baskı ve işgal altında
bulunması sebebiyle milli onuru korumaya maddeten imkan kalmamıştır.
İşte bu sırada, Anadolu'ya mülki ve askeri işlerle görevli olarak Ordu
Müfettişliğine atandım. 16 Mayıs 1919 günü İstanbul'u terk ettim, Samsun'da bu
iş için görevlendirilmemi, din ve millete hizmet etmek için en büyük ve kutsal
bir şeref olarak kabul ettim.
Milli vicdanın büyük iradesine bağlı olarak, milleti bağımsız ve vatanımızı
düşmanlardan arınmış görünceye kadar çalışmak andıyla 16 Mayıs 1919 günü
İstanbul'dan ayrıldım. Samsun'da işe başladım. İlk düşüncem, ülkemizde
güvenliği kendi imkanlarımızla gerçekleştirebileceğimiz inancı oldu. Aslında
Canik Livası'nın (Merkezi Samsun'da olan o zamanki sancağın adı) özel durumu da
bu konuda en hızlı biçimde davranılmasını gerekli kılmakta idi. Gerçekten
Rumların egemenliğini ve İslam halkının tutsaklığını amaçlayan, Atina ve
İstanbul komitaları tarafından yönetilen Pontus Hükümeti, Karadeniz sahili ile
kısmen Amasya ve Tokat'ın kuzey ilçelerinde oturan Osmanlı Rumlarının
hayallerini körüklüyordu. Alınan önlemler sayesinde başarılı sonuç elde edildi.
Fakat bu önlemler ve başarı yalnız Pontus dolayları ile sınırlı idi. Halbuki
her gün haksızlıklarını artıran İtilaf Devletleri'ne milli varlığımızı siyasi
olarak kanıtlamak ve fiili saldırılar karşısında milletin namus ve
bağımsızlığını bilfiil korumak çok önemli idi. Aslında doğuda ve batıda, hemen
ülkemizin her yanında millet ve vatan haklarını korumak ve kollamak için
dernekler kurulmuştu. Bu dernekler, düşmanlarının esaret boyunduruğuna girmemek
amacı ile milli vicdanın azim ve iradesinden doğmuş kuruluşlardı.
Bu sıralarda, bütün belediye başkanlarımıza İstanbul'da İngiliz Muhipleri
Cemiyeti'nin (İngiliz Dostları Derneği) kurulduğu ve her yerde derneğe
katılarak İngilizlere yardım edilmesinin gereği konusunda Said Molla imzası ile
bir telgraf geldi. Bu olayda Hükümet'in ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam
(Başbakan) olan Ferit Paşa'dan bilgi istedim. Hiçbir cevap alamadım.
Bilinmeyen kişiler tarafından başlatılan böyle düzensiz ve çeşitli siyasi
maceralara yönelik girişimlerin, büyük felaketlere sebep olacağını anlayan
millet, Said Molla'nın çağrısını önemsemedi.
Binlerce saldırı ve haksızlıklar altında inleyen ve İzmir faciası olayı
karşısında kan ağlayan millet, hükümetten ve İtilaf Devletleri
Temsilcileri'nden ağlayarak yardım ve hak isterken, pek çok belediye başkanı ve
birçok milli hakları koruma dernekleri gönderdikleri telgraflarda hakkımda
güvenlerini bildirerek benden bu konuda çalışma ve fedakarlık istiyorlardı.
Yaşamımı ve kişiliğimi adadığım soylu ve ezilmiş milletimin bu haklı
isteği üzerine artık benim için kutsal görev, milli iradeye uymayı herşeyin
üzerinde görmekti.
Bunun üzerine yayınladığım bir genelge ile millete kesin sözümü verdim.
İşte bu genelgenin son cümlesi şöyle idi: Geçirdiğimiz şu ölüm ve kalım
günlerinde, bütün milletçe her tarafta arzu ve coşku ile elde edilmeye
azmedilen milli bağımsızlığımız uğrunda tüm varlığımla çalışacağıma güvenmenizi
isterim. Bu kutsal amaç uğrunda milletimle birlikte sonuna kadar çalışacağıma
da mukaddesatım adına söz veririm.
... Bütün milletin, durumunu anlayarak geleceğine kendi başına hükmetmeye
kararlı olduğunu anlamıştım. Milletin ve ülkenin şimdiki durumu göz önünde
tutularak, haklarını korumak ve kollamak üzere her türlü etki ve denetimden
arındırılmış milli bir kurulun oluşturulmasını gerekli gördüm. Bunun için
ilgili kişilerle görüşerek ve konuşarak Sivas'ta genel bir milli kongrenin
toplanmasını kararlaştırdık. Büyük ve kanlı tehlikeli olaylarla daha çok karşı
karşıya bulunan doğu illerimiz, Erzurum'da adı geçen il adına aynı amaçla bir
kongre toplanması girişiminde bulunmuştu. Sivas Kongresi için gizli bir bildiri
ve mektup yayımladım...
Sivas'ta milli kuruluşun hazırlanması ve tamamlanması, Erzurum'dan sonra
Sivas'ta Osmanlı ülkesi adına genel bir kongrenin toplanması ve delegelerin
çağrılması için gereken bazı önlemler alınıp düzenlemeler yapıldıktan sonra
Erzurum'a gitmek üzere yola çıktım...
Harbiye Nazırı Ferit Paşa'nın Erzurum'da aldığım bir telgrafında:
“İstanbul'a hareketlerinin çabuklaştırılmasını rica ederim” denilmekte
idi.
Telgraf başında da Ferit Paşa şunları söyledi:
"Paşam! İtilaf Temsilcileri'nin pek katı başvuruları beni bu günkü
telgrafımı yazmağa zorladı. Yüksek şahsınızı benim kadar kimse tanıyamaz.
Vatanımızın onuru ile ilgili yüksek amaçlarınızı bilmekteyim.
Bendeniz İstanbul'a onur vereceğiniz konusunda hem Padişah Efendimize hem
de Temsilciler'e söz verdim. Mahçup olmayacağıma eminim.
İtilaf Temsilcileri'nin de burayı onurlandırdığınızda size karşı saygı
göstereceklerini bildirmek isterim. Bu konuda kesinlik sağlanmıştır. (Gülmeler)
Ancak ve ancak yüksek şahsınızın hemen oradan ayrılarak buraya gelmeniz gereklidir."
(Beklesinler, sesleri ve gülmeler)
Ferit Paşa'ya verdiğim cevapta şunları söyledim:
"Bendenizin vatan ve milletin kurtuluşuna hizmet etmekten başka bir
amaç taşımadığımı ve şimdi bile devletin sınırları içindeki çalışma ve
hareketimin bu konuya yönelmiş olduğunu, İtilaf Devletleri Temsilcileri'nin
şahsımdan bu derece kuruntulu bulunmalarının birtakım dedikodulardan
kaynaklandığını ve bunların, bendenizi bütün duygu ve düşünlerimle tanıyan
Padişah'ın yüce buyrukları ile Hükümet emrinde çalışacağıma inanmış bulunan
yüksek şahsınız tarafından verilecek açıklama ve güvence ile
düzeltilebileceğine ve giderilebileceğine eminim.
Dört gün önce Padişah makamına göndermiş olduğum ve İtilaf Temsilcilerince
de itiraz edilindiği anlaşılan yazımın cevabı alınıp incelenmeden İstanbul'a
geleceğim konusunda söz verilmemeli idi.
Hiçbir uygun sebep bulunmadan İzmir'in ve Antalya'nın, hükümetimizin
bilgileri dışında düşman tarafından işgali ve silahsız, çaresiz halkın Rum
eşkiyasına doğratılması ve sonuç olarak iffet ve namusun ayaklar altına
alınması ve şu anda da Aydın ilinin her tarafından bu uygunsuz durumun
sürdürülmesi ve tekrarı bir süre önce bu bölgeden Nurettin Paşa'nın alınması
ile ortaya çıkan bir komuta boşluğunun doğurduğu vahim sonuç değil midir? Bu yöre
için de böyle kanlı bir sonuç hazırlanmış ve buna engel görülen komuta
heyetlerinin değiştirilmesi gerekliliği hissedilmiş ise, Temsilciler'in vatanı
yok etmeye yönelik istekleri karşısında Hükümet ileri gelenleri için ikinci bir
hainliğe neden olmak yerine, millet arasına kişi olarak karışmaları
vatanperverliğin örnek bir davranışı olur. (Alkışlar)
Doğu'dan Şevki ve İhsan Paşa'ların alınması, vatanımızın batısındaki bir
bölümün acımasızca işgali programının yürürlüğe konmasını önleyebildi mi?"
Ferit Paşa'nın verdiği cevap şudur:
"Yüksek açıklamalarınız doğrudur. Ancak bir milli hareketin olacağına
inanan İngilizleri, yüksek kudretiniz ve vatanı koruma çalışmalarınız
endişelendirmiş ve düşmanlarımız tarafından her gün çeşitli nedenlerle
yaratılan dedikodu, bu endişeyi artırmış olacak ki, bugün yüce şahsınızın
ordunun başından alınıp İstanbul'a getirilmenizi Bab-ı ali'den istemişlerdir.
Bu istekleri tehdit eder bir biçimde söylemişlerdir. Dört gün önceki duruma
göre Padişah Hazretleri'nin yüksek onaylarına sunulan öneri bendenizden gelmiş
idi. Fakat bugünkü durum böyle ani ve acele bir daveti gerektiriyor.
Bab-ı ali'de makine başında geç zamana kadar sizi rahatsız etme nedenim,
sizin de bildiğiniz gibi, bir mecburiyetten ve vatan menfaatinin
gerekliliğinden doğmaktadır. Aynı zamanda İngilizler tarafından size hakkınız
olan saygının gösterileceği konusunda Dış İşleri Bakanı vekili tarafından söz
alınmıştır. Bendeniz, ilk telgrafta da ima ettiğim gibi, Paris Konferansı
kararlarına boyun eğmekten başka yapılacak bir şey görememekteyim. Şimdilik iyi
geçinme durumunu seçmek uygun gibi görülüyor. İşte bu nedene dayanarak en kısa
zamanda İstanbul'a hareket etmeniz beklenmektedir.
Sizinle yapacağımız görüşmeler tabii ki bizi de aydınlatacaktır.
Temsilciler'e, emirleri gereğini duyurmak üzere, hareket kararınızın zamanının
en kısa zamanda belirlenmesini rica ederek beklemekteyim."
Verdiğim cevapta şu maddeler vardı:
"Dün sizlerden aldığım telgrafta Paris Konferansı kararlarına boyun
eğmekten başka yapılacak bir şey görülemediği söylenmektedir. Bu kararlar
nelerdir? Ajansların en son duyurusu milli bağımsızlığımızı ve geleceğimizi pek
ümitsiz bir durumda gösteriyor. Mesela, Paris Konferansı Trakya, Pontus, İzmir,
Kilikya konularını devletin aleyhine olarak belirlemiş ve Doğu illerinde
Ermenistan egemenliğini kabul ederek onaylamış ise, bu kararlara boyun eğmek
için yetki ve sorumluluk alan ve değerlendirenler kimlerdir? Sadrazam Paşa
Hazretleri vatan ve milletin gelecek haklarını yok eden bu feci durumları
ortadan kaldırmak ve değişirmek için ne gibi olumlu maddi güvence ve ümitle
dönüyorlar?
Padişahlık makamının, bütün devlet ve millet gerekçeleri ve hilafet
hakları üzerindeki oyunlar konusunda samimi bir şekilde ve uygun bir dille
aydınlatılmaları ve görevlerinden dolayı sorumlu olmayan yüce Padişah
Hazretleri'nin güç ve buyruklarını daima gerçek dini dileklere ve devlete
yöneltmek gerekli bulunmaktadır. İstanbul'daki bazı kişiler ve özellikle bir
iki ay bile iktidarda kalamayan değişken kabineler, kendilerinde oluşan görüş
bozukluğu, vicdansızlık, milletin genel tutumuna ters düşen ve meşru olmayan
düşüncelerle bakanlık yönetmek ve yetki kullanmak gibi tarihin en feci
sorumluluklarından kesin olarak uzak kalmalıdırlar.
Bendenize gelince; çok yanlış ve hatalı bir anlayış içinde bulunulduğunu
görüyorum. Bugün vatanımızda bir millet kudreti varsa, bu akım, felaketler
sonucu uyanan milletin kalp ve düşünce gücünden doğmuştur. Bendeniz de ancak
buna uyuyorum. Benim buradan çekilmem ile ilgili düzenlemeler çok hatalı ve
özellikle çok tehlikelidir. Bendenizin korunması hakkında Dış İşleri Bakan
Vekili Beyefendi tarafından İngilizlerden güvence alındığı söylenmektedir. Buna
çok hayret ettim. Çünkü devletler ve milletler adına ve şerefine resmi bir
şekilde imzaladıkları ateşkes hükümlerini korumaya bile asla uymayarak
alabildiğine saldırılarda bulunan ve pek çok onur kırıcı durumlara neden olan
İngilizlerin bu güvencesine inanmak pek saflık olur. Yalnız tam anlamı ile
inanılmasını isterim ki, eğer memleketin kurtuluş ve esenliği benim çekilmeme
bağlı olsaydı, kayıtsız şartsız ve geleceğim hakkında hiçbir ümit ve amaç
beslemeyi aklıma getirmeden, benliğimi kurban etmek kadar vicdani ve basit bir
şey olamazdı. (Alkışlar) şunu eklemek isterim ki, aradaki büyük fark, gerçek
durumun henüz karşı tarafça anlaşılamamış olmasındandır.
Seçildiği açıklanan iyi geçinme yolunu çok üzücü buluyorum. Çünkü iyi
geçinme, bir insanın zayıf noktasını hoş görmek ve onun devam etmesini sağlamak
değildir. Üzücü olmakla birlikte, Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından bugüne
kadar, hükümetlerin birbirine benzeyen yetersiz ve zayıf durumlar göstermesi ve
milli kuvvetleri desteklenebilir bir kuvvet olarak kabul etmemesi, İtilaf
Devletleri'nin ülkemizi istila etmesine engel olamamış, tam tersine amaçlarını
kolaylaştırmıştır.
General Allenbi ile halen Padişah Hazretleri'nin baş mabeyincisi olan eski
Harbiye Nazırı Yaver Paşa'nın bizzat yaptığı konuşmaya ve adı geçen kişinin
karşı karşıya bırakıldığı içler acısı duruma ve ayrıca bir yabancı general ile
eski Harbiye Nazırı Abdullah Paşa'nın görüşmelerinde generalin kullandığı
bağımsızlığı hiçe sayan sözlerine bu arada dikkatinizi çekmek isterim.
Şimdiye kadar bundan önceki kabineler tarafından izlenen bu iyi niyet yolu
nedeniyle Anadolu'nun batı kesimi ve saltanat başkentinden, Hilafet makamındaki
şerefli Hükümdarımızın saraylarına kadar her yer korkunç bir şekilde işgal
edilmiştir.
Ayrıca milli kuvvetler saptanarak yok edilmeye ve Doğu Anadolu için de
aynı ilginç işlemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu nedenle yüce şahsınızın ve
içinde bulundukları bakanlar kurulunun böyle girişimlere yardımcı olmama
vatanseverliği göstermeniz arzu edilir. Buna şunu da eklemek isterim. Görüş ve
düşüncelerimin gerçekleşeceği konusundaki inancım tamdır. Çünkü bu görüş ve
düşünce, her yöredeki bilgi ve milli onur sahibi kişilerin ortak ve genel
görüşüdür ve özellikle milli vicdanın izlenimlerine dayanmaktadır.
Anadolu'daki büyük komutan makamlarının bir süreden beri sarsılması ve o
boşlukların yerine ancak yetersiz ve bilgisizlerin doldurulması gibi, Batı
Anadolu'yu boğazlanmışcasına elinden kaptıran, onurlu kişilerin yerine
geçenlerin izledikleri politikaya bir kez daha dikkatinizi çekerim..."
Ferit Paşa'ya en son verdiğim cevap şudur:
"Harbiye Nazırı Ferit Paşa Hazretlerine,
Erzurum, 6 Temmuz 1919
Ermenistan'a bağlanmalarına söz verilmiş olduğunu öğrenmekle heyecana
gelen ve coşan Doğu illeri halkının arasından ayrılıp İstanbul'a gelmem
konusundaki önerinizi yerine getirmek konusunda kişisel irademi kullanmaya
manen ve maddeten imkan bulamıyorum. Durumun değerlendirilmesini, bilinen
mertliğiniz ve samimiyetinize güvenerek arz ederim, efendim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişah'ın Fahri Yaveri
M. KEMAL
"... Padişah Hazretleri'nin devletli mabeyni yüce başkatipliği eliyle
Padişah Hazretleri'nin yüce katına. Şimdiye kadar gerek Padişahlık yüce
makamına ve gerek Harbiye Nazareti'ne yazdığım yazılarda vatan ve milletin ve
yüce hilafet makamının karşılaştığı üzücü olayları ve buna karşı ortaya çıkan
tepkileri ve milli durumu bütün safhaları ve açığı ile arz ettim.
... Yüce saltanat ve hilafet makamınızın ve asil milletimizin sonuna kadar
daima koruyucusu olarak kalacağımı içten gelen duygularımla arz ve temin
ederim. Yüksek askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti'ne
bildirdim. Onurlu Padişah'a sıhhat ve esenlikler diler ve her türlü kötülükten
korumasını Cenabı Hak'tan dilerim. Yüce bilgilerinize sunarım.
Mustafa KEMAL
Birinci dönem ile ilgili olan açıklamalarım burada bitmiştir. Arkadaşlar,
sizleri fazla yormamak için ufak bir aradan sonra devam etmek istiyorum.
MUSTAFA KEMAL PAŞA
... Efendiler!
Bu sınır sadece askeri gerekçelerle çizilmiş bir sınır değildir, milli
sınırdır. Milli sınır, olmak üzere tespit edilmiştir. Fakat bu sınır içinde
İslam öğesine sahip yalnız bir milletin olduğu düşünülmesin. Bu sınır içinde
Türk vardır, Çerkez vardır ve diğer İslam öğeleri vardır. İşte bu sınır karışık
bir halde yaşayan, bütün amacını tam anlamı ile birleştirmiş olan kardeş
unsurların milli sınırıdır. (Hepsi İslam'dır, kardeştir sesleri) Bu sınır
olayını kararlaştıran maddenin içerisinde büyük bir ana öğe vardır. Fazla
olarak da bu vatan hududu içinde yaşayan İslam unsurlarının her birinin kendine
özgü olan yörelerine, geleneklerine, ırkına özel olan ayrıcalıkları bütün
samimiyeti ile ve karşılıklı olarak kabul etmiş ve onaylanmıştı. Doğal olarak
bununla ilgili ayrıntılı bilgiler yoktur. Çünkü bu ayrıntılı bilgilere girmenin
zamanı değildir. İnşaAllah, varlığımız kurtarıldıktan sonra (inşaAllah sesleri)
kesin şeklini alacağından şimdilik ayrıntıya girilmemiştir. Fakat aslında bu,
maddenin kapsamındadır. Yine Erzurum Kongresi'nin milli esaslarından birisi,
efendiler, işte bu milli sınır içindeki yönetimin milli egemenlik esaslarına
dayanmasıdır...
Efendiler,
Müslüman olmayan unsurlar, azınlıklar adı altında bütün dünyanın üzerinde
durduğu ve özellikle bizim ülkemizle ilgili olunca pek büyük önemle göz önüne
alınan bir sorundur. Doğal olarak bu olaya bir kural koymak gerekir ve bu o
zaman da gerekli idi. Kongre'nin koyduğu kural gereğince Müslüman olmayanlara,
Müslüman olanlara verilmiş olan haklar aynen verilecektir. Bundan daha normal
bir kural bulunamaz. Bununla aynı sınır içinde yaşayan insanlara aynı kanuni
haklar verilmiş oluyordu. Yine en önemli kurallardan birisi, devletin, milletin
iç ve dış bağımsızlığı idi. Millet bağımsızlığından vazgeçmiyor ve
vazgeçmeyecek esas kabul edilmiştir. Ancak, bu ana şart daima saklı ve
saygıdeğer tutulmak üzere, ülkemizin bayındırlık durumunu, milletimizin
varlığını ve genel olarak düşünce düzeyimizi göz önünde tutacak olursak, bütün
dünyadaki gelişme ile bunu karşılaştırdığımızda itiraf etmek zorundayız ki,
biraz değil, çok geri durumdayız. Bu nedenle durumu değiştirmek için çok büyük
kaynaklara, çok çeşitli araca, kısacası herşeye ihtiyacımız vardır. Milletimizin
ilerleme ve yükselmesi için ve ülkenin bayındırlığı için, ihtiyaç duyduğumuz
herşeyi dışarıdan almak konusunda doğal olarak tam bir olgunlukla hareket
edeceğiz, dış ilgi ve yardımı tamamen uygun göreceğiz. Ancak arz ettiğim gibi,
bağımsız kalmak görünüş ve yetkisini daima korumak şartı ile... Erzurum
Kongresi'nin esas şartları bunlardan oluşuyordu.
Efendiler!
İstanbul'da Ferit Paşa Kabinesi ile milletin, bütün mülki erkan ve ordunun
bağlantısı bu suretle kesintiye uğratıldı ve bu durum tam 23 gün sürdü. 23
günlük sürede, hepinizce bilindiği gibi, milletimiz kutsal amacını
gerçekleştirmek için birlik ve dayanışmasını ne dereceye kadar
gösterebileceğini cesur davranışlarıyla ispat etti. Bu, millet için, hepimiz
için gurur duyulacak ve övünülecek bir durumdur. Nihayet 23 gün, sonra Ferit
Paşa işlediği büyük suçu, millet ve memleketin anladığını, milletin kararlı
olduğunu ve kahramanlıktan geri kalınayacağını sezerek istifa etmeye mecbur
oldu...
... Bir de İngiltere ve Fransa'nın kendisine İstanbul'u vermeyi
tasarladıkları Rusya dururken, Balkan Savaşı uğursuzluğundan sonra milli
varlığımız ve askeri değerimize dayanmadan, milletimizi kendilerine katılmış
saysak bile, halkımızın bunu arzuladığını düşünmek doğru olamaz. Savaşa
girmemizi bir hainlik olarak nitelemek ve koca bir milleti dört beş kişinin
oyuncağı durumuna düşürmek, düşüncemize göre yarar sağlamak şöyle dursun, tam
tersine düşük Ferit Paşa'nın Paris'te sakat bir düşünce ile vermiş olduğu
Avrupa'dan merhamet dilenen demecine karşılık Clemenseau'nun cevabı olan
hakaret dolu sözlerin, Allah korusun, bir kere daha duyulmasına neden olabilir.
Bundan dolayı, mert bir biçimde gerçeği söylemek ve kahramanca savaşan bu koca
milletin yenik düşmesinin mecburi sonuçlarına katlanmakla birlikte, bu olayın
cinayet olarak kabul edilmemesi ve bu yüzden ceza verilmesinin düşünülmemesi
kusursuz ve yararlı bir prensip olarak kabul edilebilir. (Bravo sesleri ve
alkışlar)
Savaşa sebep olanlar hakkındaki konuya gelince; savaş ilanı sorumluluğu
olmayan yüce Padişah'ın yetkisi olduğuna ve o zamanki bakanlar kurulunun savaş
ilanından dört ay sonra toplanan Millet Meclisi'ne yaptığı açıklamalar üzerine
alkışlarla Meclis'in güvenini sağladığına göre, olay Yüce Divan'ın
incelemesinden geçmeden, olur olmaz şu veya bunun aleyhine suçlamalarda
bulunmak doğru olmayabilir...
... Milli iradeyi tek meşru gerçekleştirme yeri olan Meclis-i
Mabusanımızın yasama yetkisinin sağlamlaştırılması için millet içinden
kaynaklanan coşku ve kınamalar gerçekleşmiş ve bu konu yeni kabinenin milli
amaçlara karşı olan kişilerden kurulmasını önlemek için Meclis Başkanlık
Divanı'nın Padişah huzurunda yapılması ile ilgili girişimleri
kolaylaştırmıştır...
... 16 Mart 1920 saat 10'dan önce İstanbul telgrafçılarından (adını şimdi
söylemeyeceğim) vatansever bir kişinin Ankara'da Ziraat Okulu'ndaki merkezimize
gönderdiği telgraf, İstanbul işgalinin kanlı bir biçimde başladığını
bildiriyordu. İstanbul Merkezi'nden, Harbiye Telgrafhanesi'nden ve telgraf
aleti başındaki birçok vatansever memurlardan, birbirini izleyen çeşitli
telgraflar alıyorduk. Saat 11'e kadar toplanan bilgileri derhal bir genelge ile
duyurduk.
Bu saatten sonra artık İstanbul'la görüşme kesilmiş, başkentin beklenen
durumu ve Anadolu'nun hali göz önünde tutularak gerekli önlemlerin alınmasının
sırası gelmişti. Alınan başlıca önemli önlemler aşağıda belirtilmiştir:
İzmir Cephesi'nin arkasını zorlayan Biga yöresindeki Anzavur'un eylemleri
için kuvvetli bir destek oluşturan ve büyük bir ihtimalle İstanbul'dan
Anadolu'ya yapılacak İtilaf Kuvvetleri Asker Taşımacılığı'nı gerçekleştirmek ve
korumak görevini üstlenen Eskişehir ve Afyonkarahisar'daki İngiliz
kuvvetlerinin silahtan arındırılması.
İstanbul'daki yabancı baskısı karşısında parlayacak olan Anadolu
düşüncesine baskı yapmak ve korkutmak üzere İstanbul ve Kilikya'dan
gönderilebilecek düşman asker sevkiyatına imkan tanınarak ve Anadolu'daki
önemli yerlerin kuvvetli bir işgal ve istila tehlikesi ile karşı karşıya
kalmasını önlemek üzere Geyve ve Ulukışla civarlarında demiryolunun
kullanılamaz duruma getirilmesi.
Telgraf merkezleri İngilizlerin eline geçtiği için İstanbul'dan
gelebilecek herhangi bir bildirinin meşru bir makamdan verilmesine imkan
kalmadığından, İngiliz bildirileri ile halkın anlayışının karmakarışık duruma
düşürülmesini önlemek amacı ile, telgraf görüşmelerinin kesilmesi konusunda
mülki ve askeri makama gerekli bildirimin yapılması...
... Anadolu'da yerleşmiş Ermenilerin ve Rumların hükümet emirlerine ve
milli amaçlara karşı gelmedikçe her türlü saldırıdan korunmaları ve tam anlamı
ile mutlu ve rahat bir hayat yaşamaları öteden beri kabul edilmiş bir ana konu
idi. Kilikya ve dolaylarında ve Doğu hududumuz dışındaki resmi ve resmi olmayan
Ermeni kuvvetlerinin dindaş ve ırkdaşlarımıza karşı yapılan cinayete varan
saldırıları karşısında bile, ülkemizde yaşayan Ermenilerin her türlü taarruzdan
korunmasını sağlamayı pek önemli bir medeni görev kabul ettik ve Anadolu'nun
dış dünya ile ilişkisinin kesik olduğu bugünler de yüce vatan çıkarlarını
amaçlayan önlemler içinde Ermeni halkının esenliğinin korunması gerekliliğini
bütün makamlara bildirdik.
İşte, İstanbul'un yabancı kuvvetlerce işgalinden bugüne kadar geçen acı
günlerinde hiçbir dış ülkenin fiili korumasına erişemeyen Anadolu
Ermenilerinden hiçbir kişinin, en küçük bir anlamda bile, saldırıya uğramamış
olması, bize her nedenle cinayet yükleyen ve duyarlılığı kendi tekelinde sanan
entrikacı Avrupalıların yüzlerini kızartacak ve milletimizin yaradılışından
sahibi bulunduğu insanlık törelerinin yücelik derecesini ispat edecek çok
önemli bir konudur.
İstanbul işgalinin bugün memlekette neden olacağı durum, aldığımız geçici
önlemler ile geçiştirilecek bir nitelikte olmayıp, bu durumun devamı halinde
ülkedeki yönetimin sağlam bir esasa bağlanması gerekiyordu. Karşımızda, hiçbir
antlaşma ve hak tanımayan ve kendi özel yararlarından başka, insanlıkla ilgili
hak ve davranışlara yer vermeyen bir itilaf heyeti; başımızda, vatan haklarını
korumak, imzaladığımız antlaşma şartlarını uygulanarak, yabancı saldırılarını
sınırlamak için her türlü araçtan tümüyle yoksun, esir bir hükümet vardır.
Bunların birincisinin sonsuz baskısı, ikincisinin de tutsaklığı karşısında,
başvuracak yeri olmayan şaşırmış ve çırpınıp duran bir millet!..
İstanbul faciasıyla Anadolu'dan yansıyan durum böyle idi ve bu durumun
sürmesi halinde vatanımızda çok büyük ve korkunç bir anarşinin başlaması
doğaldı. İşte bu düşünce sonucunda kesin bir karar vermek gerekti. Derhal
gerekli mülki ve askeri makamlarla görüşerek ülkenin idaresini anarşiden
kurtarmak üzere az önce anılan yerlerin başlarının bizimle birlikte hareket
etmesi önerildi. Bu öneri samimi bir olgunlukla her kesimde iyi karşılandı.
İşgal sonucunda ortaya çıkan olağanüstü durumun öncelikli gereğini
ayrıntılarıyla düşünüp bunları uygulamaya çalışmakla birlikte, İstanbul
işgalinden dolayı üzüntü ve elemimiz bütün dünyanın aydın insanlığına ve bütün
İslam Dünyası'na özel bir bildiri ile duyuruldu. İtilaf Devletleri Temsilcileri
ve tarafsız hükümet önünde kınandı. Bütün millet de bu kınamaya katıldı...
... İstanbul'un işgali, şekil ve niteliği bakımından, Osmanlı Devleti'nin
egemenliğini kökünden kaldırmak ve milletin esir alınmasını ve hor görülmesini
bir oldu-bittiye getirme amacına yönelik bir harekettir. Çünkü istanbul'da
doğrudan doğruya devlet kuvvetlerine el konmuştur. Şöyle ki: önce Meclis-i
Mebusan zorla susturulınuştur. Bu durumda yasama kudreti bulunmamaktadır...
... İşte, anayasal durum ve hukukumuzun neden olduğu bu gereklilik ve
zorunluluk dolayısıyla ve milli egemenliğin herşeyden önce sağlanması amacıyla
Büyük Meclisimiz olağanüstü yetki ile toplanmıştır. Seçimlerin tam bir
öncelikle ve sıcak bir ilgi ile yapılması hukuki durumumuzun bütün milletçe de
aynı görüş içinde anlaşıldığını ve kavrandığını göstermektedir. Ayrıca, Büyük
Meclisimizin kuruluş şekli ve esasları, milli iradeye içtenlikle ve büyük bir
güçle dayandığını göstermektedir .
Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilafet makamı ve
saltanatı yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı Devleti'ni dağılma ve
tutsaklıktan kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, Hilafet
makamına vicdani bağlılığı ile övünen, İslam Dünyası içinde yaşama anlayışını
kendinde gören bir milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım
adım izleyen bütün medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır.
(Alkışlar) İstanbul faciasını izleyen günlerden şu ana kadar Temsil Heyetimiz
milletler arasındaki birlik ve dayanışmayı korudu. Osmanlı kanunlarının
yürürlüğünü sağladı. Çalışmalarından alıkonulan devlet gücünün yokluğunu
hissetirmemeye çalıştı. Bundan dolayı genel güvenliği korumuş ve savunmuş
olmakla görevini gereği gibi yaptığından emindir. Bu dakikadan itibaren, yedi
yüz yıl boyunca onurlu ve yüce bir hayat sürdükten sonra yok olma uçurumunun
kenarında ancak ayakta durabilen Osmanlı Milleti'nin geleceğinin sorumluluğu,
sayın Meclisinizin çalışma gücünü artıran bir neden olacaktır.
Davamızın kanunlara uygunluğu ve bütün millet ve milletlerin, insanlık hak
ve hukukundan paylarını almış olduğuna inandığımız yüreklerinin, bizimle birlik
ve bize daima yardımcı ve destek olduğuna güvenimiz tamdır. Başarı
ümitlerimizin kalplerimizde bir an bile karamsarlığa düşmemesini sağlayacak
olan, sonsuz gücümüzdür, özellikle büyük Allah her zaman bizimledir. (Amin,
amin sesleri)
Vermek istediğim bilgiler ve ayrıntılar bu kadardır."
İzmir İktisat Kongresi Açılış Konuşması
Efendiler; Aziz Türkiyemizin
iktisadi tealisi eshabını aramak ve bulmak gibi vatani, hayati ve milli bir
gaye-i mukaddese için bugün burada toplanmış olan sizlerin, muhterem halk
mümessillerinin huzurunda bulunmakla çok mesut ve bahtiyarım.
Efendiler;
Uzun gafletlerle ve derin lakaydi ile geçen asırların bünye-i
iktisadımızda açtığı yaraları tedavi etmek ve çarelerini aramak, memleketi
mamuriyette, milleti refahiyet ve saadete işgal yollarını bulmak için vuku
bulacak mesainizin muvaffakiyetle neticelenmesini temenni eylerim.
Arkadaşlar;
Sizler doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk sınıflarının içinden
ve onlar tarafından müntehip olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin
halini, ihtiyacını, milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten
daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceginiz sözler, alınması lüzumunu beyan
edeceğiniz tedbirler, halkın lisanından söylenmiş telakki olunur. Ve bunun için
büyük isabetlere malik olur. Çünkü halkın sesi, Hakk'ın sesidir.
Efendiler;
Tarih, milletimizin itila ve inhitati esbabını ararken birçok siyasi,
askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler
hadisat-i içtimaiyede müeesildirler.
Bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla alakadar olan, o milletin
iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübenin teksif ettiği bu hakikat bizim milli
hayatımızda ve milli tarihimizde tamamen mütecellidir. Hakikaten Türk tarihi
tetkik olunursa itila, inhitat esbabının iktisadi mesailden başka bir şey
olmadığı derhal anlaşılır.
Efendiler;
Tarihimizi dolduran zaferler, yahut izmihlallerin kaffesi ahval-i
iktisadiyemizle münasebettar ve alakadardır.
Yeni Türkiyemizi layık olduğu mertebe-i resanete isal edebilmek için
behemahal iktisadiyatımıza birinci derecede ve en çok ehemmiyet vermek
mecburiyetindeyiz. Zamanımız tamamen bir iktisat devrinden başka bir şey
değildir.
Bir milletin eshab-i hayatiyesini, refahiyet ve saadetini teşkil eden
iktisadiyatla iştigal etmemesi, edememesi nazar-i dikkati calip bir
keyfiyettir. İtirafa mecburuz ki, iktisadiyatımıza lüzumu kadar ehemmiyet
verememiş bulunuyoruz. Bir milletin esbab-i hayatiyesiyle iştigal etmemesi veya
edememesi, o milletin yaşadığı edvar ile ve edvari tespit eden tarih ile çok
alakadardır. Bunun esbabını bilhassa tarihimizde arayabiliriz. Şimdiye kadar
hakiki manasıyla milli bir devir yaşamadık. Binaenaleyh miIli bir tarihe malik
olamadık.
Bu noktayı biraz izah edebilmiş olmak için hep beraber Osmanlı tarihini
hatırlayalım: Osmanlı tarihinde, bütün gayretler, bütün mesai milletin arzusu
amili ve ihtiyacat-i hakikiyesi nokta-i nazarından değil, şunun bunun amalini,
ihtirasını tatmin nokta-i nazarından vuku bulmuştur.
Mesela Fatih İstanbul'u zaptettikten sonra, yani Selçuki Saltanatı ile
Şarki Roma İmparatorluğu'na tevarüs eyledikten sonra, Garbi Roma
İmparatorluğu'na da konmak istedi. Bunun için de bütün milleti bu hedefe doğru
sevketti.
Mesela Yavuz Selim, Fatih'in açtığı Garp Cephesi'ni tespit ile beraber
Asya İmparatorluğu'nu birleştirerek bütün bir İslam İttihadı meydana getirmek
istedi.
Kanun Süleyman, her iki cepheyi tevsi etmek, bütün Bahr-i Sefid'i bir
Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane
bir siyaset takip etmek istedi ve tabii bunun için de unsur-u asliyi, milleti
kullandı.
Arkadaşlar;
Bütün bu ef'al ve hareket tetkik olunursa görülür ki; bu kudretli ve
ezametli padişahlar, siyaset-i hariciyelerini, emellerini arzuları ve
ihtiraslarına istinat ettirmişler ve teşkilat ve siyaset-i dahiliyelerini, bu
mevlud ihtirasat olan siyaset-i hariciyelerine göre, tanzim mecburiyetinde
kalmışlardır. Aksi takdirde felaket ve hüsran muhakkaktır.
Filhakika Osmanlı hakanları aslolan bu noktayı unuttular. Bütün ef'al ve
harekatlarini hayaller ve emeller üzerine bina ettiler. Teşkilat-i dahiliyeyi
siyaset-i hariciyeye uydurmak mecburiyeti hasıl olunca, zaptettikleri
mahallelerdeki anasırı, olduğu gibi muhafaza mecburiyetinde kaldıktan başka,
onlara istisnalar, imtiyazlar bahşettiler.
Diğer taraftan unsur-u asliyi uzun seferler de, fütühat meydanlarında
dolaştırttılar ve bu suretle unsur-u asli kendi evinde, kendi yurdunda esbab-i
hayatiyesini istihsal için çalışmaktan mahrum bir halde bulunuyordu. Bu
tacidarlar, milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa etmiyorlar, belki
fütuhat dairesi dahiline giren halkı memnun etmek, ecnebileri memnun etmek
için, unsur-u aslinin hukukundan, menaib-i iktisadiyesinden birçok şeyleri
atiyye olarak onlara bahşediyorlardı.
Mesela Fatih zamanında Cenevizlilere verilen imtiyazlar bu kabildendir.
Nitekim bu imtiyazlarla açılan yol bilahare kendisinden sonra tevessü etmiş
bulunuyordu. Ve bu imtiyazat, devletin en kuvvetli zamanında vuku buluyordu ve
bunlar, mahza ihsan-i şahane olmak üzere vuku buluyordu.
Kanuni zamanında Venediklilerle bir ticaret muahedesi yapılmak istenmişti.
Padişah bunu şerefine mugayir buldu. Zira ona, göre muahede, müsavi devletler
arasında yapılabilirdi. Halbuki o zaman Venedikliler bir bende makamında
idiler. Öyle olmakla beraber ona müsadatta bulunurdu. İşte bu müsaade kelimesi
bilahare (Kapitülasyon) kelimesi ile tercüme edilmişti. Bu, arz-i teslimiyete
mecbur olanlar ve bir kal'a içinde mahsur olanlar arasında kutlanılan bir
kelimedir.
Millet, evi ile ve esbab-i hayatiyesiyle iştigalden memnun olarak diyar
diyar dolaştırıyorken, bu diyarlar halkı birçok imtiyazlara malik olacak
çalışıyor, yani Fatihler unsur-u asliyi peşine takarak kılınçla fütuhat
yapanlar, zaptolunan mematik ahalisi kazandıkları imtiyazlarla, muhtariyetlerle
sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat efendiler,
kılınçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara binnetice terk-i mevki
etmeye mahkumdur.
Bu bir hakikattir ki, tarihin her devrinde aynen vakidir. Mesela
Fransızlar Kanada'da, kılınç sallarken, oraya İngiliz çiftçisi girmişti. Bir
müddet kılınçla saban yekdiğeriyle mücadele etti ve nihayet saban galebe
çalarak İngilizler Kanada'ya sahip oldular.
Efendiler;
Kılınç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok
kuvvetlenir ve her gün daha çok sahip olur.
Efendiler;
Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-u asli ile beraber
sabanının önünde malup olup ric'ate başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü
başladı. Atiyye-i şahane olarak, ecnebilere bahşedilmiş olan ve memleket
dahilindeki gayrimüslimlere verilen herşey hukuk-u müktesebe telakki olundu.
Fakat ecnebiler bununla iktifa etmediler; her gün bunu tevsi için çareler
aradılar ve buldular.
Anasir-i dahiliye, muhafazaya muktedir oldukları imtiyazata istinaden ve
haricin terbiyat ve müzaheretine sığınarak siyasi bir mevcudiyet iktisbi için
çalışmaktan geri durmalıdır. Ecnebiler bir taraftan anasiri dahiliyeyi teşvik,
diğer taraftan müdahale ile devlet, millet aleyhine yeni imtiyazlar
alıyorlardı. Bu tezyikat-i mütemadiye altında zaten fena düşmüş olan ana yurdu
ve unsur-u asli, devlete verebilecek parayı güç tedarik ediyorlardı. Fakat
tacidarlar, saraylar, Bab-ı aliler debdebeyi idame için paraya muhtaç idiler.
Bunun için, bunu temin çarelerine tevessül etmişlerdi. O çareler de harici
istikrazlar akdi oluyordu.
Fakat istikraz serlatini o kadar fena yapıyorlardı ki, bazılarını ödemek
mümkün olmamaya başladı. Ve nihayet bir gün devletler Osmanlı Devleti'nin
iflasına karar verdiler ve Düyün-u Umumiye belasını başımıza çöktürdüler.
Efendiler;
Milletin düçar olduğu bu hazin hal ve bu sefaletin esbabını arayacak
olursak doğrudan doğruya devlet mefhumundan buluruz.
Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti Saltanat-ı şahsiye ve en son beş on sene
zarfında da saltanat-i meşruta esasına müsteniden idare-i hükümet ediyordu.
Saltanat-i şahsiyede her hususta yalnız tacidarların arzu, emel ve iradeleri
hakimdir.
Milletlerin arzu, emel, irade ve ihtiyaçları mevzu-u bahis olmaktan
uzaktır. Millet amel ve iradesinden tecerrüt etmiştir. Tacidarlar kendilerini
Allah'ın gönderdiği bir şahsiyet-i ilahiye farz ederler. Etrafını alan
menfaatperestan, padişahın zihniyet ve arzusunu bir lazime-i semaviye, bir
lazime-i Kur'aniye gibi herkese telkin ederler. Bu telakkiyat karşısında bir
gün bütün halk bu arzu ve iradelerin bila mukame iradat-i semaviye olduğuna
kani olur. Bundan tecerrüde rıza gösteren bir milletin akibeti felaket,
müsibettir.
Arkadaşlar;
Son tavsif ettiğim noktada artık Osmanlı Devleti hakikatte ve fiilen
mahrum-u istiklal bir hale getirmişti. Bir devlet ki tebaasına koyduğu vergiyi
ecnebilere koyamaz, bir devlet ki gümrükleri için rüsum muamelesi ve saire
tanzimi hakkından menedilir, bir devlet ki ecnebiler üzerinde hak-i kazasını
tatbikten mahrumdur. O devlete müstakil denilemez.
Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahalat bundan fazladır. Milletin
ihtiyacat-ı iktisadiyesinden olan mesela şimendüfer inşası, mesela fabrika
yapmak için devlet serbest değildi. Böyle bir şeye teşebbüs olunursa behemehal
müdahale olurdu.
Hayatını teminden aciz olan bir devlet müstakil olabilir mi?
Osmanlı ülkesi, ecnebilerin müstamlekesinden başka bir şey değildi.
Osmanlı halkı, Türk Milleti esir vaziyetine getirilmişti. Bu netice, arz
ettiğim gibi milletin kendi irade ve hakimiyetine malik bulunamamasından, şunun
bunun elinde istimal edilmesinden neş'et etmişti.
O halde diyebiliriz ki, milli bir devir yaşamıyorduk. Milli tarihe malik
bulunmuyorduk. Osmanlı tarihi padişahların, hakanların, zümrelerin dasitani
mahiyetinde idi. Mazinin tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.
Arkadaşlar;
Milletin hakimiyetine sahip olamaması yüzünden dahil olduğumuz Harb-i
Umumiye'den ve bu Harb-i Umumiye'de kıymetli evlatlarımızdan mürekkep kahraman
ordularımızın Galiçya, Roman, Makedonya, Kafkas sahıkaları Türk-i Sina
çöllerinde düçar olduğu zahmetleri hatırlatacak kadar çok zaman geçmedi ve en
nihayet bu Harb-i Umumi'nin şeametli neticesi de malumdur. Bilhassa Mondros
Mütarekesi'yle açılan devrin manzarasını bir an düşünmek isteyecek olursanız,
baştan aşağı kadar bir manzara-i inhilalden başka bir şey olmadığını
anlarsınız.
Devletler, her türlü hukuk-u insaniyeden tecerrüd ederek memleketimizin en
kıymetli ve en feyzibar yerlerini çiğnediler.
İzmir, Bursa, Eskişehir, Sakarya, Anadolu, Adana, Trakya, İstanbul vesaire
gibi en aziz yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların bu tarz-ı hareketten
daha elim bir nokta varsa, o da bir memleketin asırlarca bağında bulunan
insanların dahi düşman saflarına geçmiş bulunmasıdır.
Arkadaşlar;
Biliyorsunuz ki, bu dahili düşmanlar, harici düşmanların yapmaya muktedir
olamayacağı yeni ve feci ef'al ve harekatı irtikapta tereddüt
göstermemişlerdir.
Harici düşman kuvvetleri saydığımız aziz vatan topraklarında bulunurken,
padişah iradeleri ve neşrettirdiği fetvaları ile Hilafet orduları ile bu masum
millet şurada, burada izlal ve iğfal olunuyordu. Ve kendi mevcudiyetine karşı,
farkına varamayarak; silah istimal ediyordu ve nihayet hep bildiğimiz veçhile
Osmanlı Devleti tamamen münkariz olmuştur.
Fakat düşmanlarımız ayrı zamanda Osmanlı Devleti'yle berabar Türk Milleti'nin
de mahvolduğunu zannetti. İşte bunda çok aldanıyordu. Osmanlı Devleti gibi çok
devletler kurmuş olan Türk Milleti mahvolamazdı. Ve mahvolmamıştı. Bilakis
hayatına vurulan darbelerden harici ve dahili düşmanların acı darbelerinden
birdenbire bütün teyakkuzlarını, bütün intibahlarını takındı; hayatını,
şerefini kurtarmak için kemal-i şerefle başını kaldırdı. Ve müttehiden ve
müsteniden ortaya atıldı.
İşte milletimiz o dakikadan itibaren milli bir devre girdi; bir halk
devresinin mebde'ini kurdu. Millet bu mebde'den işe başladığı gün, kendisine
hedef olan yolların ne kadar kesif zulmetler içinde bulunduğunu hatırlarız. Bu
hal milleti ye'se düşürmedi. Kemal-i azim ile hedefine hatvelerini attı.
Efendiler;
Milletimiz halas-i kat'i ve hakikiye mazhar olabilmek için ilk umdeye
istinadın şart olduğunu anladı. Onlardan birincisi: Misak-i Milli'nin ifade
ettiği ruh ve mana.
İkincisi: Teşkilat-i Esasiye Kanunumuzun tespit ettiği gayri kabil-i
tebeddül hakayık.
Misak-i Milli; miltetin istiklal-i tammini temin eden ve bunun için
iktisadiyatında inkişafına mani olan bütün sebepleri bir daha avdet etmemek
üzere lağveden bir düsturdur. Teşkilat-i Esasiye Kanunu, Osmanlı
İmparatorluğu'nun, devletin tarihe münkalip olduğunun idrak eden, onun yerine
yeni Türkiye Devleti'nin kaim olduğunu ilan eden bir kanundur.
Bu devletin hayatında bilakayd-ü şart hakimiyetin milletin uhdesinde
kalacağını ifade eden kanundur. Bu kanun, hakimiyetin milletin uhdesinde
kalabilmesi için halkın bizzat kendini idaresini şart kılan bir kanundur.
Artık Türkiye halkı için yegane mümessil Türkiye Büyük Millet Meclisi ve
hükümetidir, diyen bir kanundur. Bab-ı ali yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi
ve hükümetini koyan bir kanundur.
Efendiler;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetinin milletten aldığı veçhile
İstiklal-i tam, hakimiyet-i milliye umdelerine istinaden milleti zengin,
memleketi mamur etmekten ibarettir.
Efendiler;
Bu umde icabi bütün cihan bilmelidir ki, artık Türkiye halkı; hakimiyetini
hiçbir şahıs ve makama veremez. Hakimiyet demek şeref demek, namus demek,
haysiyet demektir. Bir milletin bu evsaf-ı medeniye ve insaniyesinin terkini
talep etmek, onu insanlıktan çıkarmak demektir.
Efendiler;
Milletimizin bu iki esasa istinad eder. Çalışmaya başladığı günden bugüne
kadar geçen zaman çok değil, üç buçuk dört seneden ibarettir, fakat
milletimizin kazandığı muvaffakiyet ve muzafferiyat bu senelere sığamayacak
kadar çoktur, taşkındır, yüksektir ve kuvvetlidir.
Hakikaten irade-i seniyeler; Hilafet orduları ve teşrifat ile olan
isyanların kaffesi bastırılmıştır. Ve tüfeksiz, topsuz, parasız bulunduğu bir
zamanda yeniden dünyanın en kudretli, en azametli ordusunu teşkile kudretyap
olmuştur. Orada daha hal-i teşekkülde iken Birinci, İkinci İnönü, Sakarya
zaferlerini ihraz etmiş ve cihanı hayretlerde bırakan en son muzafferiyeti de
kemal-i şiddet ve sür'atle ihraz ederek düşman ordularını bire kadar
mahvetmiştir.
İstiklal-i tam için şu düstur var: Hakimiyet-i milliye, hakimiyet-i
iktisadiye ile tarsin edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar mukaddes,
azametli hedefler kağıt üzerindeki düsturlarla, arzu ve hırslarla husül
bulamaz. Bunların tahakkuk-u tammini temin için yegane kuvvet, en kuvvetli
temel iktisadiyattır, siyaset ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa
olsun, iktisadi zaferle tetviç edilemezse, semere-i netice payidar olamaz. En
kuvvetli ve parlak zaferimizi de tetviç eden semere-i nafiayi temin için
hakimiyet-i iktisadiyemizin temin ve tarsini lazımdır.
Bu kadar feyzli, bu kadar kudretli olan yeni hükümetimizin düşmanız
kalacağını farz etmek doğru değildir. Bunun için çok kundaklar koyarak münhedim
etmeye çalışacak ve suikaste teşebbüs edecekler bulunacaktır. Bütün bunlara
karşı silahımız, iktisadiyatimizdaki kuvvet, resanet ve muvaffakiyetimiz
olacaktır.
Efendiler;
Dahil olduğumuz halk devrinin, milli devrin milli tarihini de yazabilmek
için kalemler, sapanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat devri mefhumu ile
ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki, memleketimiz mamur, milletimiz
müreffeh ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi hatırlayınız; o da
''el-kanaatü kenzün la-yüfna''dir.
Bu felsefeyi yanlış tefsir yüzünden bu millete büyük fenalık edilmiştir.
Allah yarattığı nimet ve güzellikleri insanların istifadesi için yaratmıştır.
Allah zeka ve aklı insanlara bunun için verdi.
Diğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden
ibaret olsaydı, onun zindandan farkı olamazdı. Felsefenin sahipleri memleketi
zindan ve cehennemden başka bir şey yapmamıştı. Bu vatan evlat ve ahfadımız
için cennet yapılmaya layıktır. Bu, faaliyet-i iktisadiye ile kabildir.
Öyle bir iktisat devri ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin ve o
esbabi bilerek ona göre lazım olan tedabire tevessül etsin.
Arzumuz şudur: Bir memleketin efradı ellerinde numuneleriyle, ziraat,
ticaret, san'at, say ve sabanın mümessili olsun. Artık bu memleket fakir,
millet hakir değil, belki de memleketimiz zenginler memleketidir. Bu yeni
Türkiye'nin adına "çalışkanlar diyarı'' denir. İşte millet böyle bir devir
içinde bulunuyor; bu millet böyle bir devri ifa edecek ve tarihini de
yazacaktır. Bu tarihte en büyük makam çalışkanlara ait olacaktır.
Efendiler;
Türkiye İktisat Kongresi tarihte ilk defa ihraz-i mevki-i bülend edecek
bir kongredir. Ve sizler bu memleketin ihtiyacını ve milletin kaabiliyetini ve
bunun karşısında dünyada mevcut olan çok kuvvetli iktisat teskilatını nazara
alarak, alınması lazım gelen tedbirleri kemal-i vuzuh ile teati ve tespit
etmelisiniz. O tedbirler tatbik olundukça memleketiniz nurlara, feyizlere
müstağrak olsun.
Arkadaşlar;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümetiniz tabii miletin amali dairesinde
terakki ve tecaddüde tamemen taraftardır. Bunun için mülk ve millete nafi
ittihaz edeceğiniz tadabiri memnuniyetle nazari dikkate alacaktır.
Efendiler;
İktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki ecnebi
sermayesine hasımız; hayır bizim memleketimiz vasidir. Çok say ve sermayeye
ihtiyacımız var.
Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminati
vermeye her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizleri sayemize inzimam etsin ve
bizim ile onlar için faydalı neticeler versin.
Mazide, Tanzimat Devri'nden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkiye
malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey
yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvaffakat edemez. Burasını esir
ülkesi yaptırmayız.
Arkadaşlar;
Son söz olarak demiştim ki: Memleketimizi artık esir ülkesi yaptıramayız.
Nazar-i dikkatimizi celbetmiş olan konferansın son müzakeratı bu nokta ile
alakadardır. Lozan Konferansı'nın talike uğraması aynı mesele ve noktadan
münbasittir. Ordularımız en büyük bir zaferi ihraz etmişler ve mesyi mania
muzafferanesini tevfik edecek hiçbir mania mevcut değildi. Böyle bir zamanda
İtilaf Devletleri hukuk-u tabiiye ve meşruamızı müzakeret halt edeceklerini
söylediler ve bizi konferansa davet ettiler.
Millet Meclisi ve Hükümetimiz samimi olarak sulh taraftarı bulunduğu için
muzaffer ordularımızı durdurarak, heyet-i murahhasımızı Lozan'a gönderdik.
Aylardan beri müzakeret, münakaşat devam etti. Muhataplarımız hukukumuzu tasdik
etmiş olmadı.
Konferanstaki muhataplarımız bizimle üç dört senelik değil, üç yüz ve dört
yüz senelik hesabatı rü'yet ediyorlar ve hala muhataplarımız Osmanlı
Devleti'nin tarihe karıştığını ve bugün yeni Türkiye'nin mevcudiyetini, bunu
kuran milletin çok azimkar, imanlı ve celadetli olduğunu, istiklal-i tam ve
hakimiyet-i milliyesinden zerre kadar fedakarlık yapamayacağını hala
anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf Devletleri duçar-i tereddüt oldu.
İstedikleri kadar tereddüt edebilirler. Bu millet artık kararını vermiştir. Bu
millet için artık teceddüt devirleri çoktan geçmiştir.
Devletlerin heyet-i murahhasımıza verdikleri son proje bittabi şayan-ı
kabul görülmedi. Ve diğer mürahhaslar gibi bizimkiler de vaz'iyeti Hükümet ve
icap ederse Meclis'e izah etmek üzere memlekete avdet ediyorlar. Tabii
istizahat olacaktır.
Nihayet bugün cihan bilsin ki, bu millet, istiklal-i tamminin temin
edildiğini görmedikçe yürümeye başladığı yoldan bir an tevakkuf etmeyecektir.
Biz, kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Her medeni milletin malik olduğu
şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarımız tabii meşrudur, bize lazımdır. Ne
kadar haklı isek, bunu müdafaa için de memleket ve milletimizin kabiliyet ve
kudreti de o kadardır.
Efendiler;
Görülüyor ki, bu kadar kat'i ve yüksek bir zafer-i askeriden sonra dahi
bizi sulha kavuşmaktan men eden asbap doğrudan doğruya eshab-i iktisadiyedir,
maslahazat-i iktisadiyedir. Çünkü bu devlet, hakimiyet-i iktisadiyesini temin
ederse o kadar kuvvetli temel üzerinde yerleşmiş ve teali etmeye başlamış
olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olamayacaktır. İşte
düşmanlarımızın, hakiki düşmanlarımızın muvaffakata, bir türlü rıza
gösteremedikleri budur.
Efendiler,
Bu fiilen vaki olmuştur. Sulh denilen şeyin temini için ecnebilerin bu
hakikati itiraf etmemekteki tereddütlerine mantıki mana vermek mümkün değildir.
Çok şayan-i arzudur ki, pek yakın bir zamanda onlar da bu hakikati itiraf
ederler ve bütün cihan medeniyetin pek büyük havahis ve tahassüfile intizar ettiği
sulhun in'ikadina mani olarak mesüliyetinden içtinap ederler. Şimdiden esbab-i
hayatiyemizi temine başlamış bulunuyoruz. Ve bittabi hal-i sulhun in'ikadında
daha büyük inkişaf oluyor. Fakat muvaffak olmak için çok çalışmak lazım
olduğunu bilmeliyiz. İktisadiyat iktisadiyat, diyoruz. Fakat arkadaşlar,
iktisadiyat demek herşey demektir. Yesim için, mes'ul olmak için; mevcudiyet-i
insaniye için ne lazımsa, bunları kaffiesi demektir, ziraat demektir, ticaret
demektir, say demektir, herşey demektir. Bütün bu hususatta el'an memleket ve
milletimizin ne halde olduğunu sizler çok güzel bilirsiniz. Tavsif etmek
istemeyeceğim. Ancak memleketimizin vüs'ati ve nüfusumuzun bu vüs'ati ne kadar
gayri mütenasip olduğunu da hatırlayınız. Bu vasi ve feyizli toprakları işleyebilmek,
işletebilmek için noksan olan el emeğini behamehal fenni alat ile telafi etmek
mecburiyetindeyiz. Memleketimizi bundan başka şimendiferler ile, üzerinde
otomobiller çalışır, şoseler ile şebeke haline getirmek mecburiyetindeyiz.
Çünkü garkın ve cihanın vesaiti bunlar oldukça, şimendiferler oldukça;
bunlara karşı merkepler ve kağnı ile ve tabli yollar üzerinde müsabakaya
çıkışmanın imkanı yoktur. Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu itibarla
halkımızın ekseriyeti çiftçidir, çobandır. Binaenaleyh en büyük kuvveti,
kudreti bu sahada gösterebiliriz. Ve bu sahada mühim müsabaka meydanlarına
atılabiliriz. Fakat aynı zamanda san'atımızı tezyid ve tevsi etmek
mecburiyetindeyiz. Eğer san'at hususunda yine müsamahakar olursak, o halde
asar-ı sanayide yine haricin haraçgüzari oluruz, mahsulat ve mamulatin
mübadelati ve servete inkılabı için ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin
servetinden lüzumu kadar istifade edememeyi bais olur. Fakat bütün bunlar
söylendiği kadar basit ve kolay olmayan şeylerdir. Bunda muvaffak olabilmek
için hakikaten memleketin ihtiyacına mutabık esaslı programlı üzerinde bütün
milletin müttehit ve hemahenk olarak çalışması tazimdir. Hayet-i Aliyeniz bu
esasatin en kıymetlilerini inşaAllah bulup ortaya koyacaksınız.
Arkadaşlar;
Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün
programları, iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü demin dediğim gibi, herşey
bunun içinde mündemictir. Binaenaleyh, evlatlarımızı o suretle talim ve terbiye
etmeliyiz, onlara bu suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, alem-i ticaret,
ziraat ve san'atta ve bütün bunların sahalarında müsmir olsunlar, müessifi
olsunlar, faal olsunlar, ameli bir uzuv olsunlar. Binaenaleyh maarif
programımız gerek ibtidai tahsilde, gerek orta tahsilde verilecek bütün şeyler
bu nokta-i nazara göre olmalıdır. Maarif programlarımız gibi suabat-i devlet
için tasavvur olunacak programlar dahi iktisat programına istinat etmekten
kendini kurtaramazlar. Esaslı bir program tespit etmek, program üzerine bütün
milleti hemahenk olarak çalıştırmak lazımdır.
Bizim halkımıza menfeatleri yek diğerinden ayrılır. Sınıf halinde değil,
bil'akis mevcudiyetleri ve muhassala-i mesaisi yek diğerine lazım olan
sınıflardan ibarettir. Bu dakikada samilerim çiftçilerdir, san'atkarlardır,
tüccarlardır. Ve ameledir. Bunların hangisi yek diğerinin muarizi olabilir.
Çiftçinin san'atkara, san'atkarın çiftçiye, çiftçinin tüccara ve bunların
hepsine, yek diğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkar edebilir.
Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz
fabrikalarımızda kendi amelemiz çalışmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak
çalışmalıdır ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır ve
hayatın lezzet-i hakikisini tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvet
bulabilsin. Binaenaleyh programdan bahsolunduğu zaman adeta denilebilir ki,
bütün halk için bir say Misak-i Millisi mahiyetinde olan program etrafında
toplanmaktan hasıl olacak olan şekl-i siyasi ise alelade bir fırka mahiyetinde
tasavvur edilmemek lazım gelir ve bades sulh vukua gelebilecek böyle bir şekli
siyasinin şimdiye kadar olduğu gibi milletin azim ve imanıyla ve vahdet ve
tesanüdün birbirine müzahir olmasıyla muvaffak olacağı hakkındaki kanaa'tim
kavidir ve tamdır.
Efendiler;
Heyet-i Aliyenizin bugün akdetmiş olduğu, Türkiye İktisat Kongresi çok
mühimdir. Çok tarihidir. Nasıl ki Erzurum Kongresi felaket noktasına gelmiş
olan bu milleti kurtarmak hususunda Misak-ı Milli'nin ve Teşkilat-i Esasiye
Kanunu'nun ilk temel taşlarını tedarik hususunda amil olmuş, müteşebbis olmuş
ve bundan dolayı tarihimizde, tarih-i millimizde en kıymetli ve yüksek hatırayı
ihraz etmiş ise, Kongremiz dahi milletin ve memleketin hayta ve halas-ı
hakikisini temine medar olacak düsturun temel taşlarını ve esaslarını ihraz edip
ortaya koymak suretiyle tarihte en büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı
ihraz edecektir. Bu kadar kıymetli ve tarihi Kongremizi küşad etmek şerefini
bahsettiğinizden dolayı hassaten arz-ı teşekkürat ederim. Ve böyle bir kongreyi
akteden sizlersiniz. Bundan dolayı sizi şayan-ı tebrik görür ve tebrik
ederim."
10. YIL NUTKU
Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün
Cumhuriyetimizin 10. yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!
Şu anda, büyük Türk Milleti'nin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın
en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk
kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki
muvaffakiyeti, Türk Milleti'nin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber
olarak, azimkarane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımzı asla kafi
göremeyiz; çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve
azmindeyiz.
Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine
çıkaracağız. Milletimizi en geniş, refah vasıta ve kaynaklarına sahip
kılacağız. Milli kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.
Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre
değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana
nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız.
Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.
Çünkü Türk Milleti'nin karakteri yüksektir; Türk Milleti çalışkandır; Türk
Milleti zekidir. Çünkü Türk Milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri
yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk Milleti'nin, yürümekte olduğu terakki ve
medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da
ehemmiyetle tebaruz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk
Milleti'nin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir.
Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını,
fıtri zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve milli birlik
duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf
ettirmek milli ülkümüzdür. Türk Milleti'ne çok yakışan bu ülkü, onu, bütün
beşeriyette, hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta
muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk Milleti!
On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaat eden çok
sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin
hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve
katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk
Milleti'nin büyük millet olduğunu, bütün medeni alem az zamanda bir kere daha
tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve
büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile atinin yüksek medeniyet
ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk Milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük
şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne
mutlu Türküm diyene!
Ankara, 29 Ekim 1933
GENÇLİĞE HİTABE
Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti'ni,
ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin, en
kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek,
dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve Cumhuriyet'i
müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın
vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkan ve şerait, çok namüsait
bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyet'ine kastedecek
düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili
olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş,
bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her
köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha
vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve
dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri
şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.
Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte,
bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklal ve Cumhuriyeti'ni
kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
K. Atatürk
20 Ekim 1927
4. bölüm
Atatürk'ün Anıları
Atatürk her zaman etrafına moral dağıtan, karamsarlıktan uzaklaştıran, en
zor şartlarda dahi halkını sıkıntılardan kurtaracak çözümleri bulan bir
liderdir. Bunun en temel sebebi Atatürk'ün halka yakın olması, daha doğrusu
halkla bir bütün olmasıdır. Halkın içinde geçirdiği zamanlarda herkesin şahit
olduğu o üstün şahsiyet, Türk Milleti için her yönüyle örnek alınacak bir
insandır.
Atatürk ile ilgili, hem en yakınında olanların, hem de halkın şahit olduğu
olayların her birinde Türk Halkı için güzel örnekler bulunmaktadır. Bu
bölümümüzde, hem Ata'mızın daha iyi tanınması, hem örnek bir liderin nasıl
olması gerektiğinin öğrenilmesi hem de Türk Milleti'nin geleceği olan genç
nesillerin örnek almaları için Atatürk'ün anılarından bazılarına yer veriyoruz.
Bayrağa Saygı
30 Ağustos sabahı, Mustafa Kemal muharebe sahasında dolaşıyordu. Etraf
binlerce düşman cesetleri ve birbiri üzerine yığılmış yüzlerce topçu hayvanı,
terk edilmiş silah, top ve cephane dolu idi...
Atatürk şöyle söylendi:
"Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat meşru müdafaamız için buna
mecbur olduk. Türkler, başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs
etmezler."
Ganimetlerin arasında yırtılmış ve terk edilmiş bir de Yunan bayrağı gören
başkumandan eli ile kaldırılmasını işaret ederek;
"Bir milletin istiklal alametidir, düşman da olsa hürmet etmek lazımdır,
kaldırıp topun üzerine koyunuz."
Atatürk`ün Yargıç Kararına Saygısı
Ölümünden iki yıl önce Atatürk'ün canına kıymak için kurulan bir tuzak
meydana çıkarılmıştı. Hem de bu düzeni kurmakla suçlanan kimse "Milli
Mücadele"den beri Ata'nın yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış,
birçok iyiliklerini de görmüş biri idi.
Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme oluşturdu. Herkes bunu konuşuyor,
"nasıl olur" diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlanamıyordu.
Sanık yakalandı, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi
yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son
sözünü söyleyinceye dek sustu. Atatürk'ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara
uğramıştı; kimi "bu üzüntülü olayı anmak istemiyor" dedi, kimi de "bunun
doğru olduğuna inanmıyor" diye düşündü.
Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı.
İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki, Atatürk bu konuda
ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi:
"Suça yeltenilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş
değildir."2
Asla Bolşevik Olmayacağız
Ankara'nın Şubat ayına gelen oldukça soğuk ve karlı bir gecesi idi. Ankara
kulübünde bir balo tertip edilmişti. O zamanın bütün mümtaz simaları orada
idiler. Saat henüz 12'ye gelmemişti. Herkesin kalbinde ani bir heyecan
uyandıran bir haber baloya yayıldı:
"Gazi Paşa baloya geliyorlar!"
Rus Sefarethanesi'nde imişler, oradan baloya geliyorlar. O zamanki Rus
Sefiri de baloya gelmişti.
Bir aralık Sefir, salonunun ortasına doğru ilerlemekte olan Gazi'ye
yaklaşarak Fransızca:
"Ekselans" dedi, "Sizi çok seviyorum, hürmetim sonsuzdur;
çünkü müşterek bir gaye uğrunda varlığını kurtarmağa çalışan milletleriz.
Türkiye'nin en büyük halaskarı ve banisi olan sizi müsaade ederseniz bir kere öpmek
şerefini kazanabilir miyim..."
Atatürk evvela gülerek elini uzattı, sonra o da elçiyi öptü. Büyük ve
kıymetli Ata'mız bu çeşit eğlence yerlerinde dahi memleketin menfaat ve
siyasetini göz önünden bir an uzak tutmazdı. Onun için bütün yabancı gazete muhabirlerinin
huzurunda şu cümlelerle Sefirin sözlerini cevaplandırdı:
"Ekselans, gösterdiğiniz sevgi hareketinden ve sözlerinizden çok
mütehassis oldum. Teşekkür ederim. Bu iki millet ilelebet dost kalmalıdır.
Yalnız şuna dikkat ediniz, her zaman dost olmak arzumuza rağmen asla bolşevik
olmayacağız!"
Atatürk'ün Eşitlik Anlayışı
Atatürk bir gün Dolmabahçe'den gizlice çıkar, Topkapı Sarayı Müzesi'ne
gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı
"Henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi. Atatürk değil, kim olursan ol,
bekleyeceksin" der.
Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk'ü tanımamış ve birden fazla bu sözlere
muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu
olayda mühim olan nokta Atatürk'ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar
etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini
beklemesidir.
Satı Kadın
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi. Atatürk beraberinde arkadaşları ve
yaverleri olduğu halde Kızılcahamam'a giderken Kazan Köyü yakınlarında durmuş
ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerin
içinden geçen, köşede duran bu yabancı konukları görünce hep beraber
koşuştular. Kimi su getirdi, kimi ayran, bunlardan biri, güğümünden aktardığı
soğuk ayranı Ata'ya uzattı:
"Bir soğuk ayran içer misiniz?" dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz
ifadelerini taşıyan, bir Türk anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz
daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata'sı,
ayranı kana kana içmiş ve bir an durakladıktan sonra ona;
"Senin kocan kim?" diye sormuştu.
Köylü kadını, yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk anası idi;
Ankara'nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından
yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
"Ne zaman doğdun?"
"1919'da Atatürk Samsun'a çıktığı zaman doğdum."
Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yaşında
olması lazım gelirdi. Halbuki karşısındaki kadın 25 yaşlarında görünüyordu;
tekrar sordu:
"Nasıl olur?"
Evet, nasıl olurdu. Bu Satı kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan
haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:
"Evet Paşam, ondan evvel yaşamıyordum ki!"
Bu espiri Ata'yı bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini
ve adresini not ettirdi. Daha sonra biz, Satı kadını Büyük Millet Meclisi'ne
giren ilk kadın milletvekili olarak görmekteyiz.5
İnsan Sevgisi
Devlet Bürokrasisi Cumhuriyet'in ilanından sonra idi. Karadeniz'de bir
gezintiye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize'ye
geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti. Vali'ye :
"Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz?" diye sordu.
Vali de anlattı; yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol
onarımında çalıştırmış.
Ata'nın kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille :
"Vali Bey" dedi. " 'Corvee' nedir bilir misin? Öyle ise ben
söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şu anda bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir
vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet'te
angarya diye bir şey yoktur."
İleri Görüşlülük
21.06.1935'deki görüşmelerinde:
"Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilecek
mi?"
"İmkan yok"dedi, "İmkan yok. Eğer savaş çıkarsa,
Amerika'nın milliyetler topluluğunda işgal ettiği yüksek durumu herhalde etkili
olacaktır. Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine birçok
bağlarla bağlıdır.
Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyordu.
Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde
oturmaktadır.
Eğer apartman, oturanlarının bazıları tarafından ateşe verilirse,
diğerlerinin etkisinden kurtulması olanak yoktur. Savaş için de aynı şey
olabilir. Birleşik Amerika Cumhuriyeti'nin bundan uzak kalması imkansızdır."
Atatürk şu sözleri ilave etti:
"Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve dünyanın her yerinde
ilişiği olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden
ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez."
Halka Değer Verme
Acı işgal günlerinde, önemli devlet adamlarının da hazır bulundukları
toplantıda herkes, Türkiye'nin düştüğü acıklı duruma bir çare arıyor. Amerikan,
İngiliz koruyuculuğundan söz ediliyor. Bir ara Mustafa Kemal Paşa'ya da ne
düşündüğünü sordular. Atatürk, şu kısa cevabı verdi:
"Efendiler, hepiniz konuştunuz, isteklerinizi beyan ettiniz ve
birbirinize sordunuz, hepinizi dinledik. Fakat... Anadolu'ya bir şey sordunuz
mu, Anadolu'yu dinlediniz mi?
Ona da soralım, bir de onu dinleyelim efendiler!"8
Bu Millet O Kadar Zengin Değil
Bir tarihte Atatürk Ege vapuru ile Mersin'e gitmiş. Dönüşte vapur
Fethiye'de durmuş. Kasabada halk şenlik yaparken, gemilerden de havai fişekler
atılıyormuş. Kendisine refakat eden Zafer Torpidosu'nda bulunan Atatürk, donanmanın
şenliklerini seyrederken, zafer torpidosu komutanına kumandanlardan biri, bir
torpil atmasını söylemiş. Torpido kumandanı:
"Hayhay efendim, yanlız bir torpilin kıymeti elli bin liradır"
demiş.
Bunun üzerine Atatürk:
"Vazgeçin torpil atmaktan, bu millet o kadar zengin değildir."
Ve torpido kumandanına dönerek:
"Sizi tebrik ederim" diye iltifatta bulunmuş.
Atatürk'ün Bir Hediyesi
Bir gün Konya'da Behiç Bey'in evinde Mustafa Kemal General Tawsend
şerefine büyük bir ziyafet verdi. Ziyafette Behiç Bey, Muhtar Bey, Salih Bozok
bulunuyorlardı. Yemek çok güzel bir hava içinde geçti. Yemeğin sonunda Mustafa
Kemal misafirine dedi ki:
"Biz Türklerde bir adet vardır. Misafirimize mutlaka bir hediye
veririz. Ben asil bir milletin mütevazi bir başkumandanıyım. Size ancak bu
tesbihi verebiliyorum" diyerek elindeki kırmızı mercan tesbihi hediye etti
ve sofradan kalkılacağı sırada kolundaki saati çıkararak General'e dedi ki;
"Bu saati bana Anafartalar'da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz
zabitinin kolundan çıkardığını söyleyerek verdi. Saatin arkasında subayın
künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere'ye
döndüğünüzde, ailesini bulur ve saati verirseniz çok memnun olurum"
diyerek General'e teslim etti.
Vatanımın Toprağı Temizdir
Kral Edward İstanbul'a geldiği zaman, yatından bir motora binerek
Dolmabahçe Sarayı'na yanaştı. Atatürk de rıhtımda onu bekliyordu. Deniz dalgalı
idi ve Kral'ın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir
sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de Kral'ı rıhtıma almak
üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören Kral bir mendille elini silmek
istediği bir anda Atatürk:
"Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez!" diyerek,
Kral'ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi.
Ankara'yı Neden Başkent Yaptım
Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile köşkünün
bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski köşkün tavan dekorlarıyla
meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara'nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz
hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu.
Bize:
"Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim?" diye sordu.
Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından:
"Neden?" suali gelince, kimi staratejiden, kimi siyasetten
bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir gibi bir estetik nazariye de ortaya
attı. Atatürk:
"Şimdi dalkavukluğu bırakın" diyerek münakaşayı kapattı.
Ankara'nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye
yetmez. Ben Ankara'yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm.
Türk'ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar
etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği
villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu
hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak."
Milletine Olan Güveni
Toplantıda kendisinden evvel söz söyleyenlerden biri ona: "Nereden
ilham ve kuvvet" aldığını sormuştu; Atatürk bu soruya millet hizmetinde
bulunan insanların ilham kaynakları hakkında, uzunca bir tahlil yaparak cevap
verdi. Sonunda kısaca demişti ki:
"Efendiler... İlham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir; milletin
müşterek arzusu, gerçek temayülüdür. Varlığımızı, istiklalimizi kurtaran bütün
teşebbüs ve hareketler; milletin müşterek fikrinin, arzusunun azminin yüksek
tecellisinden başka bir şey değildir."
Herkesin Millete İnanmasını İstedi
Zaferi müteakip yaptığı seyahatte Samsun'a da uğramış, orada öğretmenlerle
görüşüyordu.
Öğretmenler adını konuşanların, kendisi hakkında çok sitayişkarane sözler
söyleyişlerini sükunetle dinledikten sonra, onlara şu cevabı vermişti:
"Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı, istediğiniz gibi
sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız
gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz! Fakat bu sevgi, sizi milli varlığınızı,
bütün muhabbetlerinize rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize
vermenize sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olmaz. Ben
ancak vazifemi yaptım. Bana, bu ilhamı ve kudreti nereden aldığımı
soruyorsunuz. Cevap olarak diyebilirim ki, bugünkü uyanıklığı, düne, geçmişe
borçluyuz. Geçmişte bu milletin çektiklerinden büyük bir ilham ve kudret
kaynağı olamaz!"
Millet Adamıydı
Milli Mücadele'nin buhranlı günlerinde, Ankara civarında yaptığı bir
gezintiden dönerken, yolda sarıklı bir hocaya rast gelmişti. Konuşurken,
üstlerinden geçen uçağı göstererek, sordu:
"Hocam, bu uçak nasıl uçuyor?"
"Ne bileyim ben... Öğretmediler ki bize?"
"Peki, sen ne bilirsin?"
"Ne mi bilirim. Bu uçağa bin dersin, binerim, oradan kendini aşağı at
dersin, atarım... İşte ben bunu bilirim ama, bunu da senden öğrendim,
Paşam!"
Mustafa Kemal, bu söz üzerine:
"Var ol hocam!.. Ama, şunu da bil ki, ben de senin gibiyim... Ben de,
milletin hiçbir arzusunu, hiçbir isteğini, hayatım pahasına da olsa,
yapmamazlık edemem!.."
Atatürk ve Din Adamları
Milli Mücadele'nin en buhranlı günleriydi. İstanbul ile Ankara arasında
fetva kavgası tüm şiddetiyle devam ediyordu. Birinci Türkiye Büyük Millet
Meclisi, kendi bünyesi içindeki din adamlarından seçtiği İrşad (Aydınlatma)
Heyetleri'ni vatanın köyüne-kentine göndermek ve gerçekleri vatandaşa
anlatmakla görevlendirildi. Milli Eğitim Bakanı Türk Ocakları Genel Başkanı
olan rahmetli Hamdullah Suphi Tanrıöver'di. Mustafa Kemal'e geldi.
"Paşam... Bunlar çoğunlukla Arapça konuşacaklar. Halk ne
anlayacak?"
Atatürk gülümsedi.
"Sen üzülme Hamdullah... Onlar Arapça konuşsalar bile Türkçe
düşünürler" dedi.
Cami ve Atatürk
Mustafa Kemal Edirne'yi ziyaretinde Mimar Sinan'ın o muhteşem camiine bir
müddet hayran hayran baktıktan sonra fikrini ve ihtisaslarını şu sözlerle
belirtti:
"... Camiler, birbirimizin yüzüne bakmak için yapılmamıştır. Camiler,
itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için, neler yapılmak lazım geldiğini
düşünmek, yani meşveret için yapılmışlardır."
İslam Dini
Gene bir toplantıda din konusu tartışılıyordu:
Atatürk:
"Din insanların gıdasıdır. Dinsiz adam boş bir eve benzer. İnsana
hüzün verir. Mutlaka bir şeye inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu elbette en
mükemmelidir. İslam Dini hepsinden üstündür."
Atatürk'ün Dindarlığı
Sabiha Gökçen şöyle naklediyor:
"10-11 yaşında idim. Bursa'daki evimiz Atatürk'ün köşküne çok
yakındı. Bir gün Atatürk Bursa'yı şereflendirmiş, köşkün bahçesinde
dolaşıyordu, ben de onu yakından görmek arzusu ile kıvranıyordum.
Yine bir gün bahçede dolaştığı sırada yerimden fırladım, Ona doğru koştum.
Beni yolumdan çevirenlere ağlamakla karşı koymaya çalışıyordum, birden bir ses
işittim: "Bırakın onu" diyordu, "Bırakın gelsin." Koşarak
Ata'nın yanına gittim, ellerine sarıldım. Atatürk sordu:
"Çocuk, sen okula gidiyor musun?"
Harpler sebebiyle okulumu yarıda bırakmıştım ve bir yatılı okula alınmamı
istedim.
"Ben seni yanıma alayım, gelir misin?" diye Atatürk sordu.
"Abime sorayım" dedim. Kabul ettiler, derhal çağırtarak onunla
konuştu, anlaştılar. Böylece Çankaya'ya geldim.
Uzun zaman ayrı kaldığım okuluma yeniden başlamanın sevinci içinde
memnundum. Çankaya Köşkü bahçeleri içindeki eski bir seyis evi düzeltilerek
okul haline getirilmişti. Köşkte çalışanların, yaverlerin ve diğer
hizmetlilerin çocukları ile birlikte ben de bu okula gitmeye başladım.
Bir sabah, Ata'nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri ile meşguldü.
Bir süre ayakta bekledim birden, derin bir iç geçirdi ve "Allah!"
dedi. (O, sık sık bu şekilde yapardı.)
Atatürk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum, bu tesirle olacak bir hayli
şaşırdım. Onun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve
heyecanlandırmıştı.
Ata'nın yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki:
"Sen dindar mısın?" diye sordu.
Ben de ailemden aldığım din terbiyesi ile;
"Evet dindarım" dedim ve bu cevabımı nasıl karşılayacağını
anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti.
"Çok iyi... Allah, büyük bir kuvvettir. O'na daima inanmak
lazımdır" dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım
ki; Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata, bütün söylenenlerin
hilafına dindar bir insandır.
Allah'a ve Peygamberimiz (sav)'e Çok Saygılıydı
Kimsenin inancına karışmaz, dindar kişilere saygı gösterir, yobazlara,
softalara çok kızar, din kavramının sömürülmesine izin vermezdi. Allah ve
Peygamberimiz (sav) hakkındaki konular, Atatürk'ün yanında tartışma konusu
yapılamazdı...
Kadir geceleri mevlit dinlediği de olurdu. Hafız Yaşar Bey'in mevlidini
saygı ile dinlerdi. Mevlidin miraç bölümünde, "göklere çıktın
Mustafa" denince, gözleri yaşarırdı. O zaman hemen kolonya götürürdük;
inanışı samimi idi.
Öyle "Allah" derdi ki yalnız kalınca, Onun gibi kimse diyemez.
Herkes çekilip yapayalnız kalınca gökyüzüne bakar, kendi kendine
"Allah" derdi. Bir gün sofrada çevresindekilere :
"Bana Allah'ın büyüklüğünü anlatır mısınız?" diye sordu.
Konuklar birer birer Allah'ı nasıl anlayabildiklerini anlattılar. Atatürk
hepsini dikkatle dinledi.
Bir yaz akşamı Dolmabahçe Sarayı'nda kadınlı erkekli bir yemek vardı. 8-9
saat süren yemek sona ererken salonun büyük kapısının parmaklıkları arasından
güneş doğuyordu. Atatürk'ün bir işaretiyle manevi kızlarından Nebile Hanım,
sandalyesinin üzerine çıktı. Sabah ezanı okumaya başladı. ... Ahenkli bir ses
geniş salonda yankılandı.
Atatürk başını yukarı doğru kaldırmış, kendinden geçmiş bir halde ezanı
dinliyordu. Bir an geldi, yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı.
Atatürk Hz. Muhammed (sav)'e Hayrandı
Atatürk tarihin büyük simaları içinde en çok kimleri beğenirdi?
1924 Martı'nın 3. günü Meclis kürsüsünde hilafet nutkunu söylerken Yavuz
Selim'den hep "Hazreti Yavuz" diye bahsetti. En çok takdir ettiği
kumandan Timur'du. "O sizin yerinizde olsa yaptıklarınızı yapabilir
miydi?" diyene "Bunu bilmem, fakat ben onun yerinde olsaydım,
yaptıklarını yapamazdım" dedi.
Fakat yeryüzünde kendisinin en hayran olduğu kimse, şüphesiz ki Hz.
Muhammed (sav)'dir. O'nun devlet kurmaktaki şefliğine hayrandı. Hiç yoktan
devlet kurmak.
Namaz Kılan Memurlar
Atatürk devrinde namaz kılan memurların işlerinden atıldığı kesin olarak
yalandır. Ordunun başı olan rahmetli Fevzi Çakmak yardımcısı Orgeneral Asım
Gündüz namaz kılarlardı. Atatürk devrinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
olan Abdülhalik Renda, Cuma namazlarını Hacı Bayram Camii'nde kılardı.
Yazılarımızın doğruluğunu ispat için canlı şahit de gösterebiliriz. Çok şükür
Asım Gündüz Paşamız hayattadır. Kendilerinden sorabilirsiniz.
Yıl 1930, Atatürk Fevzi Çakmak'la birlikte yurt gezisine çıkıyor, yolculuk
trenle yapılıyor. Vagonda Atatürk, Fevzi Çakmak'la başbaşa vermiş memleket
işlerini görüşüyor. Dalkavukluğu ile tanınan bir milletvekili içeri giriyor.
Ata'nın kulağına gizli bir şeyler söylüyor. Atatürk birden kaşlarını çatıyor ve
Fevzi Paşa'ya dönerek, "Paşam, lütfen beni takip ediniz, arkadaş bir haber
getirdi, birlikte inceleyelim" diyor.
Atatürk ile Çakmak Cumhurbaşkanlığı Maiyet Erkanı'na aid vagona
geçiyorlar. Atatürk vagonun kapısını hafifçe açıyor ve Fevzi Paşa'ya gösteriyor.
Yüksek rütbeli bir subay vagonda kanepe üzerinde namaz kılmaktadır. Atatürk
vagonun kapısını kapadıktan sonra milletvekilinin yüzüne tükürüyor ve Mareşal'a
diyor ki: "Paşam, bu adamın biraz evvel kulağıma gizli bir şeyler
söylediğini gördünüz. Bu adam, Muhafız Kıtası'na mensup yüksek rütbeli bir
subayın vagonda namaz kıldığını gammazladı. Bu adam, namaz kılmayı kendi
aklınca suç görüyor. Durumu size göstermek için buraya kadar zahmet
ettirdim."
Atatürk ilk istasyonda milletvekilini trenden indiriyor ve gelen devrede
milletvekili seçtirmiyor.
Cumhuriyet'in ilk Diyanet İşleri Başkanı rahmetli Rıfat Börekçi'den
defalarca dinledik. Rıfat Börekçi bize şöyle söylemişti: "Ata'nın huzuruna
girdiğimde beni ayakta karşılarlardı. Utanır, ezilir, büzülür, "Paşam beni
mahcup ediyorsunuz" dediğim zaman "din adamlarına saygı göstermek
Müslümanlığın icaplarındandır" buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için
kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi." 21
Atatürk'ün Din Telakkisi
Atatürk'ün din telakkisini kati olarak pek az kimse öğrenebilmiştir. Orman
Çiftliği'nde başbaşa kaldığımız bir gün, din hakkında ne düşündüğünü sordum.
Bana dedi ki:
"Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var...
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanın emrine uymakta serbesttir. Biz
dine saygı gösteririz, düşünüşe ve tefekküre muhalif değiliz. Biz sadece, din
işlerini millet ve devlet işleriyle karşılaştırmamaya çalışıyoruz; kaste ve
fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz. Mürtecilere asla fırsat
vermeyeceğiz".
Büyük Atatürk Ölünce; Sene 1938,On Kasım...
İstanbul Üniversitesi'nde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir
Alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi,
girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek
gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:
"Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?"
"Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın."
İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:
"Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki..." der.
Kırk Asırlık Türk Yurdu
1923 Martı'nın on beşinci pazar günüydü. Atatürk, Adana istasyonunda
trenden inmiş, sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları ve "Yaşa,
varol!" sesleri arasında yaya olarak şehre gidiyordu.
Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı; sonra onların
arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Atatürk'ün önünde durdular,
arkalarında bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla
dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın şahsın da henüz esir bulunan
İskenderunlu Antakya'nın Türk olan bütün halkı, "Bizi de kurtar!"diye
yalvarıyordu.
Herkesin gözleri yaşarmıştı; hıçkırıklarını tutamayanlar vardı.
Atatürk'ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiydi. Genç kızın nutku
bitince, alnı yükseldi; mavi gözlerinde ve pembe yüzünden bir çelik parıltısı
görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:
"Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!" dedi.
On altı yıl sonra Hatay davasının en heyecanlı günlerinde hasta ve bitkin
olmasına, mutlak istirahat tavsiyesine rağmen, Hatay'a yakın olmak için tekrar
Adana'ya gitti. Dört saat ayakta durmak ve çalışmak gibi olağanüstü metanet
gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat Atatürk'ü kaybettik.
İsmail Habib bu bahsi şöyle bitirir:
"Hatay, Hatay!.. Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu."
Babasının Tarlası
Bir gün bir köylü Atatürk'ün Orman Çiftliği hudutları içindeki bir
tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. İhtar ettiler,
dinletemediler. Bunun üzerine Atatürk'e söylediler.
Atatürk teftişe çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı
sürmekte olan köylüyü göstererek:
"İşte budur!" dediler.
Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü. Yaklaşınca sordu:
"Burada ne yapıyorsun?"
Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız
bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle
cevap verdi:
"Tarlayı sürüyorum."
"İyi ama, bu tarla senin midir?"
"Değildir."
"Kimindir?"
"Atatürk'ündür!"
Köylü bu cevabı vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava
kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil,
haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:
"İyi ama, sen başkasının toprağını ona sormadan ve izin alınmadan
sürülüp ekilmeyeceğini bilmiyor musun?"
Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:
"Biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!"
Atatürk'ün kaşları çatıldı ve büyük bir merak ve hayretle ona sordu:
"Bu hakkı nereden alıyorsun?"
"Çok basit... Atatürk bizim babamız değil mi? İnsan babasının
tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?"
Atatürk'ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin
bir gülümseme oldu, köylünün sırtını okşadı ve;
"Haklısın!.." diyerek uzaklaştı.
Atatürk ve Liman von Sanders
Mustafa Kemal Arıburnu kumandanıdır. İngilizler Anafartalar'a çıkmışlardı.
Vaziyet buhranlı ve çok tehlikeli idi. Mustafa Kemal, Başkumandan vekili Enver
Paşa'ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden cevap
alamıyordu. O sırada karargahı Yalova'da bulunan Liman von Sanders Paşa
telefonla Mustafa Kemal'i arıyor. Muhavereye delalet eden Erkan-ı Harbiye Reisi
Kazım Bey'dir. Liman von Sanders'in sorduğu sual şudur.
"Vaziyeti nasıl görüyorsunuz, nasıl bir tedbir-i tasarruf
ediyorsunuz?"
"Vaziyeti nasıl gördüğünüzü çoktan size iblağ etmiştim. Tedbire
gelince: Bu dakikaya kadar çok müsait tedbirler vardı. Fakat bu dakikada bir
tek tedbir kalmıştır."
Liman von Sanders Paşa soruyor:
"O tedbir nedir?"
Cevap katidir:
"Bütün kumanda ettiğimiz kuvvetleri tahtı emrine veriniz. Tedbir
budur."
Cevap müstehzidir:
"Çok gelmez mi?"
"Az gelir."
Ve telefon kapanıyor. Pek kısa bir zaman sonra hadiseler, Liman von
Sanders Paşa'yı kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal'in emri altında vermeye
mecbur etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa ve Yunan Kuvvetleri Komutanı Trikopis
Bütün bu taarruz esnasında Gazi'nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan
kuvvetleri komutanı General Trikopis'in başkumandan çadırına nasıl
getirildiğini şöyle anlattılar:
"Trikopis, diğer esir kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ile
birlikte Gazi'nin huzuruna çıkarıldıkları vakit, hepsi çok heyecanlı ve bitkin
halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi
malubiyetlerin tarihte misalleri olduğunu, sevk ve idarede vazifesini bi hakkın
yapmış iseler, vicdanen müsterih olabileceklerini söylediği zaman Trikopis:
"Askeri vazifemi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl vazifemi
maalesef yapamadım"diye intahar edemediğini anlatmak isterken Gazi:
"O size ait bir düşüncedir" diye sözünü kesmiş ve harita
üzerinde:
"Şurada bir fırkanız vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki
kuvvetlerinizi falan yere süreydiniz daha iyi olmaz mıydı?" gibi bazı
tenkitler yapmış, Trikopis:
"Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki kolordu
komutanını gösterirken) bu yapamadı!" demiş.
Bu görüşmeler olurken esir fırka kumandanı yavaşça yanında bulunan
zabitlerimizden birine:
"Bizim ile konuşan bu general kimdir?" diye sormuş zabit:
"Başkumandan Mustafa Kemal" deyince adam hayrete düşmüş:
"Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim başkumandan İzmir'de
vapurda oturuyordu!" diyerek derdini dökmüş.
Dinlemekten Zevk Alırım
Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:
"Paşam..." demiştim, "şu danıştıklarının içinde bazen
öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalaalarına nasıl olsa sonunda iştirak
etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malum... O halde, ne diye
onları birer birer çağırıp karşısında söyletirsin?"
Atatürk, yüzüne alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti:
"Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir
kanaatı hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi bile edecek
olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım." 28
Atatürk ve Alemdar
Atatürk, Osmanlı Padişahları arasında Yıldırım Beyazıd, Fatih Sultan
Mehmet, Yavuz Sultan Selim, IV. Murat'ı beğenirdi. Sadrazamlar arasında da
Alemdar Mustafa Paşa'ya kızardı:
"Biraz kültürü olsaydı Cumhuriyet'i ilan ederdi!.." derdi.
"Büyük Reşit Paşa'nın kültürü ile Alemdar Mustafa Paşa'nın kültürü
birleşebilseydi, ben tarihe başka bir görevle girerdim" demişti.
Atatürk'e Bir Köylünün Cevabı
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne
memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi,
bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskovlar olmak
üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi:
"Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda
ilerleyemesinler..."
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar,
Balkan milletlerini kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan
gayrimüslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk'e
verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.
Atatürk, Mersin'e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük
binaları işaret ederek sormuş:
"Bu köşk kimin ?"
"Kirkor'un... "
"Ya şu koca bina?"
"Yargo'nun"
"Ya şu ?"
"Salomon'un..."
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
"Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz?" Toplananların
arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
"Biz mi nerede idik? Biz Yemen'de, Tuna boylarında, Balkanlar'da
Arnavutluk dağlarında, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savaşıyorduk
Paşam..."
Atatürk bu hatırasını naklederken :
"Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar
olmuştur" der dururdu. 30
Atatürk'ün Ağzından Türk Köylüsü
Bir gün Akşehir civarında bir köye gittim. Çok yağmur yağıyordu ve soğuk
vardı. Kendimi belli etmeyerek, bir evin önünde duran kadına: "Bacı yağmur
var, soğuk var. Beni çatın altına kabul eder misin?" dedim. Hiç tereddüt
etmeyerek "buyrun" dedi ve beni bir odaya aldı, odada ateş olmadığı
ve yeni bir ateşin yakılması uzun zamana bağlı olduğu için:
"İsterseniz bizim odaya gidelim. Orada hazır ateş var" dedi.
Gittik. Müteakiben komşulardan birkaç kadın ve birkaç erkek geldi. Beraberce
konuşmaya başladık. Konuşurken bana en mühim sualleri soranlar kadınlar oldu.
Askerin vaziyetini, düşmanın halini, en mühim düşmanın hangisi olduğunu
sordular ve bunları sorarken hiçbir telaş ve tekayyüde lüzum görmediler.
İnsanca konuştular. Fakat biraz sonra, benim kim olduğumu anlayınca telaş
gösterdiler ve söyledikleri, sordukları şeylerden kendilerine bir zarar
geleceğini zannederek korktular! Çünkü şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça
konuşmayı büyük bir kabahat telakki etmişlerdi...31
Sakarya'nın Değeri
Yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal'e Sakarya Savaşı'nı gösteren bir
tablo hediye etti. Kendisi, ön planda yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak
görünüyordu. Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal'in "bu
tabloyu kimseye göstermeyin" demesi üzerine şaşırıp kaldı. Kimse ne
söyleyeceğini bilemiyordu. Mustafa Kemal açıkladı:
"Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri, bir
kemikten ibaretti, bizim de onlardan arta kalır yanımız yoktu. Hepimiz iskelet
halindeydik. Atları da, savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle
Sakarya'nın değerini küçültmüş oluyorsunuz dostum."
Babalık Duygusu
Düğün, Onun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata
ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra
diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken
bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun
başına uzattı.
Çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olan çifte yavaşça
seslendi: "Öpeyim mi?"
Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir
minnetle karşıladıkları kestirilebilir.
Atatürk çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve yere bıraktı. Fakat sahne
bununla kapanmış olmadı.
Uyanık ve duygulu çocuk : "Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk"
diye direndi.
Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu
içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.
Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu
kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını
görebilmiş mi idi?
Atatürk ve Annesi
Bu ana, oğluna daha beşik çocuğu iken, vatan ve millet sevgisini telkin
eden ninnilerden başlamış, Onu her çağında aynı akidelerle büyütmüş, köyde,
şehirde tahsile sevk etmiş, ilim ve irfan aşılamıştı. Yetişen, mevkiini bulan
halaskar oğlunu, o, Mustafa Kemal yapmıştı.
Anasını ziyaretlerinin her birinde Atatürk onun mübarek elini büyük bir
saygıyla öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür Mustafa olurdu.
Çankaya'da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir vaziyeti,
kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde'nin faal zekasının bir numunesi olarak arz
edeceğim.
Atatürk, anasının elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun
sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk'ü bağrına basmak
istiyordu. Onu kucakladıktan sonra aziz Türk Milleti'ne eşsiz bir halaskar
kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalıydı. Fakat öyle olmadı,
bahtiyarlığını gülen ve şirin yüzünden okurken o büyük Türk anası kolları
arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline sarıldı. Atatürk: "Ne yapıyorsun
anne" dedi. Elini çekmek istedi.
Bayan Zübeyde, sükunetle ve kat'i bir ciddiyetle:
"Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni
yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu
aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebasıyım. Elini öpebilirim." cevabını
verdi.
Oğlunun elini öpmekten ziyade Bayan Zübeyde, bu hareketiyle oğlunun
mevkiinin en büyük ihtirama layık olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu.
Büyük Türk anası Sayın Bayan Zübeyde'yi ne zaman hatırlasam gözlerim yaşarır,
onun buna benzer hatıraları önünde derin hürmet duyarım. Bu mülakat sayesinde
gerek onu ve gerekse oğlunu her ikisinin büyük terbiye ve nezaket
kabiliyetlerini daha yakından tanımıştım.
Yanlışlarımı Halk Düzeltsin
Atatürk bir gün Türkiye'ye ziyarete gelen yabancı bir zatla Ankara
Palas'ta halkın önünde ve arasında konuşurken şöyle demişti:
"Ben düşüncelerimi daima halkın huzurunda söylemeliyim. Yanlışım
varsa, halk beni tekzip etsin."
Ordu ve Politika
Meşrutiyet'in ilanı üzerine hürriyeti sağlamakta az veya çok gayret
göstermiş olan subaylar, kendilerini birdenbire politika içine yuvarlanmış
buldular. Üst ve ast arasında orduyu ayakta tutan geleneksel saygı ve disiplin
de çok azalmıştı. Bir gün, çok genç bir ittihattçı teğmenin, ömrünü savaş
meydanlarında geçirmiş bir tümen kumandanından bahsederken:
"Adam yüzüme dik dik baktı. Fakat ben selam vermek bile
istemedim."dediğini yakın bir arkadaşım anlattı. Ne İttihat ve Terakki
Cemiyeti subaylara ve ne de subaylar Cemiyet'e söz geçirmez oldular. Genel
Merkez insiyatifi kaybetti. Çünkü daha önce de anlattığım gibi, ne bir programı
ne de o programı uygulayacak lideri vardı. Talat (Paşa) bir gün bize:
"Vallahi, ben de şaşırdım, kaldım. Suyun durulmasını
bekliyoruz." demişti. Olaylardan en ziyade, müteessir olan Mustafa
Kemal'di. İhtilalden önce yaptığı uyarmaların hiçbir etkisi olmadığını görmüş,
teesürü büsbütün artmıştı.
Diyordu ki:
"Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir. Aksi takdirde, bir
kudret olmak vasfını kaybedecektir. Bu ise, memleket için bir felaket
olacaktır."
"Milleti Kendi Kanı Kurtardı"
Tarih dersinde Atatürk, dersini anlatıp bitiren öğrenciye sordu: "Bir
şeyi söylemeyi unuttun. Türk Milleti'ni kim kurtardı?"
Öğrenci şu cevabı verdi:
"Atamız kurtardı."
Atatürk bu cevabı kabul etmedi.
"Hayır çocuğum, Türk Milleti'ni kendi kanı kurtardı." dedi.
1 Sait Arif Terzioğlu,
İnsancıl Atatürk
2 Mehmet Ali Ağakay,
Atatürk'ten 20 Anı
3 A.g.e
4 S. Arif Terzioğlu,
Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, s. 4
5 A.g.e.
6 Kemal Arıburnu,
Atatürk'ten Anılar, s. 321
7 A.g.e, s. 328
8 A.g.e, s. 334
9 Em. Tümg. Muzaffer
Erendil, Anekdotlarla Atatürk
10 A.g.e
11 Enver Behnan, Şapolyo
12 Em. Tümg. Muzaffer
Erendil, Anekdotlarla Atatürk
13 Hasan Rıza Soyak,
Atatürk'ten Hatıralar, s. 50
14 Niyazi Ahmet Banoğlu,
Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s. 74
15 A.g.e, s. 73
16 Türkmen Faik, Nükte ve
Fıkralarla Atatürk, s. 6
17 A.g.e, s. 196
18 S. Arif Terzioğlu,
Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, s. 88-89
19 Cemal Granda, Atatürk'ün
Uşağı İdim, s. 252-254
20 İsmail Habip Sevük
21 Ercüment Demirer, Bakış,
Aralık 1969
22 Olaylar ve Atatürk, s. 55
23 Hilmi Yücebaş, Atatürk'ün
Nükteleri-Fıkraları, Hatıraları,
İstanbul, Kültür Kitapevi, 1963, s.
3
24 Niyazi Ahmet Banoğlu,
Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s. 97-98
25 A.g.e
26 İlginç Olaylar ve
Anektodlarla Atatürk, s. 162
27 A.g.e, s. 43
28 Olaylar ve Atatürk, s. 58
29 Niyazi Ahmet Banoğlu,
Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s. 321-322
30 Atatürk'ün
Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, s. 18
31 A.g.e, s. 14
32 Behçet Kemal Çağlar,
Atatürk Denizinden Damlalar
33 Cevat Abbas Gürer
34 Niyazi Banoğlu, Nükte ve
FıkralarlaAtatürk, İstanbul 1967, c. 3, s. 5 - 6
35 Ali Fuat Cebesoy, Sınıf
Arkadaşım Atatürk, 2. Baskı, İstanbul 1981, s. 134-135
36 H.Yücebaş, Atatürk'ten
Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul, 1983, s. 63
5. bölüm
Atatürk'ün Eşyaları
Sahip olduğu tüm özellikleri ile yalnız Türk Milleti için değil, tüm dünya
vatandaşları için güzel bir örnek olan Ata'mız kıyafetleri ve diğer özel
eşyalarına büyük özen gösterirdi. Atatürk, hepimizin şahit olduğu üzere,
yalnızca bir savaş kahramanı değil, her türlü güzellikten zevk alan, modern,
kendisi ve Türk Milleti için daima herşeyin en güzelini isteyen ve bunun için
çabalayan, bu uğurda gerektiğinde inkılaplar gerçekleştiren; estetik anlayışını
yaşamının her anına yansıtan, gerek kıyafetlerinde gerekse ev eşyalarında bunu
yakından görebildiğimiz, sanata ve sanatçıya gereken önemi her zaman veren
gerçek bir sanatçıdır.
Bu bölümümüzde de, Ata'mızın eşyalarının bir kısmına yer vererek, yukarıda
anlattığımız sanat adamının bakış açısına ve düşünce yapısına bir kez daha
şahit olmuş olacağız.
6. bölüm
Atatürk'ün Arkadaşları
Osmanlı'nın son dönemlerinden Türk Milleti'ni kurtuluş yıllarına taşıdığı
ve Cumhuriyet'i ilan edip Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduğu yıllar boyunca
Atatürk'ün yanında sadık, vatansever subaylar, vatanını ve milletini hiçbir
şeye değişmeyen gerçek Türkler bulunuyordu. Atatürk bu gerçek vatanseverlerin
desteğini her zaman arkasında hissetti. Her ne koşul olursa olsun asla taviz
vermeyen bu kişiler Atatürk'ün her zaman en yakınında oldular.
Bu bölümde de Milli Mücadele yıllarından itibaren Ata'mızın hep yanında
olan yakın arkadaşlarından bazılarını tanıyacağız.
Ali Fuat Cebesoy (1882-1968)
Kurtuluş Savaşı komutanlarından, diplomat ve siyaset adamı. 1882 yılında
İstanbul'da doğdu. Babası İsmail Fazıl Paşa'nın gönülsüzlüğüne rağmen, girdiği
Harp Okulu'nda Mustafa Kemal ile aynı sınıfa düşmesi Atatürk'ün ölümüne kadar
sürecek bir dostluğun başlangıcıydı.
Cebesoy'un Beyrut'ta başlayan kıta hizmetleri, 1908'deki Roma Askeri
Ateşeliği dışında, çok hareketli geçti. Trablus'ta savaş başlar başlamaz (1911)
oraya ilk gidenler arasındaydı. Balkan Savaşı sırasında Karadağ'da, Yanya
Kalesi'nde, Pista ve Pisani Muharebeleri'nde, I. Dünya Savaşı'nın başında tümen
komutanı olarak katıldığı Kanal Hareketi'nde büyük başarılar gösterdi. İstanbul
Hükümeti'nin İç İşleri Bakanı, Mustafa Kemal'in görevsizliğini bir genelgeyle
açıklayınca Ali Fuat Paşa da kendi bölgesindeki valilere ve mutasarrıflara
kendisinden gelecek emirlere göre hareket edilmesini bildirdi. (1919) Ayrıca, her
tarafta Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyetleri'nin kurulacağını ilgililere
hatırlattı. Bu çabaları takdirle karşılandığı için, Sivas Kongresi sonrasında
Cebesoy, Umum Kuvayı Milliye Komutanı olarak görevlendirildi.
Kendisini çekemeyenlerce Çerkez Ethem taraftarlığıyla suçlandı. Doğru
olmadığı sonradan belgelerle ortaya konan bu suçlama üzerine, ayaklanmaların
bastırılmasından sonra, Ankara'ya çağrılarak Moskova Büyükelçiliğine atandı.
Mustafa Kemal'in talimatını yerine getirmekle yükümlü olduğu bu zor görevi
başarıyla yürüttü ve 10 Mayıs 1921'de Ankara'ya dönerek Meclis'te siyasi
çalışmalarına başladı. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanlığı yaptı. 1925'te
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı.
Cebesoy'un ikinci dönem siyasi hayatı İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı
yıllarında başladı. Milletvekili olarak tekrar Meclis'e girdikten sonra
Bayındırlık Bakanlığı (1939-1943) ve bir ara TBMM Başkanlığı (1947-1950) yaptı.
1968 yılında öldü.
Celal Bayar (1883-1985)
Parlamenter, devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin 3. Cumhurbaşkanı Celal
Bayar, 1883 yılında Bursa-Gemlik'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini babası
Abdullah Fehmi Efendi'nin yanında yapan Bayar, Gemlik mahkeme ve reji kalemine
memur olarak girdi. Daha sonra Ziraat Bankası'nda çalışmaya başladı. Bu arada
Harir Darutariri okuluna devam etti. 1990'da İttihat Terakki Cemiyeti'nin
kurduğu gönüllüler taburuna yazıldı. Zamanla bu partinin sayılı üyeleri arasına
girdi. İzmir'de kurulan cemiyetin genel sekreterliğini yürüten Bayar, Kız Lisesi'nin
ve Şimendifer Okulu'nun açılmasına ön ayak oldu. I. Dünya Savaşı'ndan sonra
İzmir'de kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin de faal üyeleri arasına katıldı.
1920 yılında Bursa milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi'ne katılan Bayar,
aynı tarihte İktisat Bakanlığına vekalet etti. Çerkez Ethem'in isyanı
sırasında, Ethem'i ikna etmek için gönderilen heyete başkanlık etti. 1921'de
İktisat Başkanlığına getirildi. Lozan Konferansı'na müşavir üye olarak katıldı.
1924'te Türkiye İş Bankası'nı kurma görevini üstlendi. 1937'de İsmet İnönü'nün
başbakanlıktan ayrılması üzerine, Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin
14. Başbakanı olarak tayin edildi ve ilk kabinesini kurdu. Atatürk'ün ölümünden
sonra, Cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü tarafından da başbakan olarak
tayin edildi. Daha sonra İnönü ile anlaşamadığından, yerini 3 Mayıs 1939'da
Doktor Refik Saydam'a bıraktı.
CHP'de arkadaşları ile 1945'de Dörtlü Takrir'i verinceye kadar görev aldı
ve bu tarihte Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan ile birlikte
Demokrat Parti'yi kurdu. 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde Genel Başkanı
bulunduğu Demokrat Parti'nin iktidarı büyük çoğunlukla kazanması ile 22 Mayıs
1950'de toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi Bayar'ı Cumhurbaşkanlığına seçti.
1954-1957 genel seçimlerinden sonra da Meclis tarafından Cumhurbaşkanlığına
seçilen Celal Bayar, 10 yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde Adnan Menderes'i
Başbakan olarak tayin etmiştir. Bayar, 27 Mayıs 1960'da Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin yönetime el koymaları ile tutuklanarak Yassıada'ya götürüldü. 16
ay süren soruşturma ve yargılamadan sonra, Yassıada Yüksek Adalet Divanı
tarafından, 15 Demokrat Parti ileri geleni ile birlikte idama mahkum
edilmiştir. Milli Birlik Komitesi, idamlardan üçünü (Menderes, Zorlu, Polatkan)
onaylarken, başta Celal Bayar olmak üzere, 12 Demokrat Parti ileri geleninin
idam hükmünü müebbet hapse çevirmiştir. Yassıada'dan Kayseri Cezaevi'ne
götürülen Bayar, orada rahatsızlanmış, evinde tedavi edilmek üzere serbest
bırakılmıştır. (7 Kasım 1964)
Cevat Abbas Gürer (1887-1943)
Mustafa Kemal'in başyaveri olan Cevat Abbas, 1887 yılında Niş'te doğdu.
Mustafa Kemal ile Samsun yolculuğuna seçilenler arasındaydı. Harp Okulu'nu 1908
yılında bitirdi. İtalya, Balkan ve I. Dünya Savaşlarında bulundu. Üsteğmen
rütbesiyle katıldığı Çanakkale Savaşı'nda, Mustafa Kemal, Cevat Abbas'ı emir
subayı olarak karargahına aldı. 1916'da yüzbaşılığa yükseldi. 16 Mayıs günü
Samsun'a gitmek üzere Bandırma Vapuru'na binerken, merkezi Erzurum'da bulunan
9. Ordu Müfettişliği başyaveriydi. Cevat Abbas, Samsun'dan Erzurum'a varıncaya
kadar Mustafa Kemal'in yazışma işlerini yönetti. Sivas Kongresi'nde, Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti mensuplarının Meclis-i Mebusan seçimlerine
girebilmeleri görüşü benimsenince Bolu'dan milletvekili seçildi ve İstanbul'a
gitti. Meclis-i Mebusan dağıtıldıktan sonra Ankara'ya döndü ve Birinci TBMM'ne
Bolu Milletvekili olarak katıldı. Erzurum'da istifa etmesiyle son bulan
askerlik hayatı, 1920'de yeniden başladı ve yüzbaşı rütbesiyle Kurtuluş
Savaşı'na katıldı. Yozgat Ayaklanması'nın bastırılmasında gösterdiği
çalışmalarından dolayı kendisine İstiklal Madalyası verildi. Rütbesi 1923'te
binbaşılığa yükseltildi. 1924'te kurulan İş Bankası'nın kurucuları ve hisse
sahipleri arasında Cevat Abbas da vardı.
Cevat Abbas Gürer, 1941 yılına kadar milletvekilliği yaptı. Mustafa
Kemal'le ilgili hatıralarını, Ebedi Şef Kurtarıcı Atatürk'ün Zengin Tarihinden
Birkaç Yaprak (1939) adlı kitapta topladı. 1943 yılında Yalova'da öldü.
Falih Rıfkı Atay (1894-1971)
Gazeteci ve yazar. 1894 yılında İstanbul'da doğdu. Fıkra, makale, gezi
türlerindeki gazete yazılarıyla ve özellikle Atatürk'ü yakından tanıtan
anılarıyla ün kazanan Falih Rıfkı Atay, Rehberi Tahsil Rüştiyesi'ni bitirdikten
sonra Hüseyin Cahit Yalçın'ın müdürlük yaptığı Mercan İdadisi'nde öğrenimini
tamamladı. Darülfünunun Edebiyat bölümünü bitirdi. İdadide edebiyat öğretmeni
olan Celal Sahir Erozan ile kendisinden bir ileri sınıfta okuyan Orhan Seyfi
Orhon, Falih Rıfkı'nın edebiyat beğenisinin gelişmesine yardımcı oldular. İlk
yazıları Servet-i Fünun dergisinin genç yazarlara ayrılan ek sayfalarında
yayımlanan Falih Rıfkı'nın Tecelli (1911) dergisi ile Süleyman Bahri'nin
yönettiği Kadın (1912) dergisinde Cenap Şahabettin ile Ahmet Haşim'in
eserlerini hatırlatan şiirleri çıktı.
1912'de Tanin gazetesinde düz yazıları yayımlanmağa başladı; İstanbul
Mektupları, Edirne mektupları gibi yazıları çıktı. 1913-1914 yıllarında sadaret
ve Dahiliye Nazırlığı kalemlerinde çalıştı. Dahiliye Vekili Talat Paşa ile
birlikte gittiği Bükreş'ten Tanin gazetesine röportaj yazıları yolladı. Bu
dönemdeki yazıları, Türkçülük ve Türkçecilik akımlarının etkisini taşıyordu. I.
Dünya Savaşı'nda yedek subay olarak Suriye'ye gitti; 4. Ordu Kumandanı Cemal
Paşa'nın hususi katipliğini yaptı. Suriye ve Filistin'deki savaş anılarını
"Ateş ve Güneş" (1918) kitabında topladı. Cemal Paşa'nın Bahriye
nazırı olması üzerine Kalemi Mahsusa Müdür Yardımcılığına getirildi. (1917)
Kazım Şinasi Dersan, Necmettin Sadık Sadak, Ali Naci Karacan ile birlikte Akşam
gazetesini çıkarmağa başladı (1918). Bu gazetede "Günün Fıkraları"
başlığıyla sürekli yazılar yazdı. Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen etkili
yazıları dolayısıyla idamı istenerek Kürt Mustafa Divanı Harbi'ne verildi.
Fakat İnönü Zaferi'nin kazanılması üzerine Divan-ı Harp tutumunu değiştirdiği
için idamdan kurtuldu. Kurtuluş Savaşı sona erdiği sırada İzmir'de Atatürk ile
görüşmeğe gelen gazeteciler arasındaydı. Atatürk'ün isteği üzerine İkinci Büyük
Millet Meclisi'ne Bolu'dan milletvekili seçildi. (1922) Daha sonra uzun yıllar
Ankara Milletvekili olarak T.B.M.M.'de bulundu. Hakimiyet-i Milliye, Milliyet
ve Ulus gazetelerinin başyazarlığını yaptı.
Yeni Türk alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında dil
encümeninde görev aldı. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın tutumuna şiddetle karşı
çıktı. Ulus gazetesinin başyazarlığını yaptığı dönemde Ankara şehir planı
jürisinde üyelik ve İmar Komisyonu'nda Başkanlık yaptı. 1946'da çok partili
döneme geçildikten sonra Ulus gazetesinde CHP'nin savunuculuğunu sürdürdü.
Demokrat Parti'nin 1950'de iktidara geçmesinden sonra Dünya gazetesini kurarak
(1952) muhalefete geçti.
Falih Rıfkı Atay, sağlam, atak, anlatımı ve duru Türkçesiyle Cumhuriyet
basınının encümeninde usta kalemlerinden biriydi. Günlük siyasi olayları ele
alan başyazı ve fıkraları yanında Ulus ve Dünya gazetelerinde Pazar günleri
yayımladığı haftalık yazılarında çok usta bir deneme ve söyleşi yazarı niteliği
gösteriyordu. Gezi ve anı türlerinde Cumhuriyet döneminin çok ilginç ürünlerini
verdi.
Fethi Ali Okyar (1880-1943)
Devlet adamı ve Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurucusu. Pirlepe'de doğdu.
İyi bir öğrenim gördü. Vatan Hürriyet Cemiyeti'nde Mustafa Kemal ile beraber
çalışdı. 1908 da Paris'te ataşemiliter olan Fethi Bey, Trablusgarp Savaşı
çıkınca Paris'ten ayrıldı, Afrika'da yapılan savaşlara katılmak üzere
Trablusgarb'a geçti.
1913'de İttihat ve Terakki Genel Merkezi'ne üye seçilmiş ve Genel Sekreter
olmuştur. Aynı yılın son aylarında Sofya'ya elçi olarak tayin edildi. İzzet
Paşa'nın kısa süren sadrazamlığında Dahiliye Nazırı olarak görev alan Fethi
Bey, Damat Ferit Paşa tarafından tutuklandı. Bütün muhaliflerini ortadan
kaldırmak isteyen Damat Ferit, Fethi Bey'i Enver, Cemal ve Talat Paşa'ların
kaçmalarına göz yummakla suçlandırmış ve Malta'ya sürgüne göndermiştir. Ancak
tutuklanan İngilizlerle değiştirilmek suretiyle 1921 yılında Malta'dan
kurtarıldı. Büyük Millet Meclisi tarafından Büyük Taarruz'da Dahiliye Nazırı
olarak seçilen Fethi Bey, Roma, Paris ve Londra'ya giderek, Yunanlıların
Anadolu'dan çekilmelerini sağlayacak bir barış için çalışmıştır. Fethi Bey bu
durumu, o sırada taarruz hazırlıklarını tamamlamak üzere bulunan Mustafa
Kemal'e bir telgrafla bildirdi. Daha sonra da Ankara'ya döndü. Rauf Orbay'ın
Başbakanlık görevinden ayrılması üzerine Başbakan seçildi. (4 Ağustos 1923)
Cumhuriyet'in ilanı sırasında yaşanan kabine buhranı üzerine
Başbakanlıktan ayrıldı. Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'in ilanına karar verdiği
sırada, Onun yanında bulunmuş ve Meclis'te takip edilecek çalışma şeklini
beraberce tespit etmişlerdir. Fethi Bey, Cumhuriyet'in ilanından sonra TBMM
Başkanı seçildi. Terakkiperver Fırka'nın kurulmasından sonra, Başbakanlıktan
ayrılan İsmet İnönü'nün yerine tekrar Başbakanlığa seçilen Fethi Okyar, Şubat
1925'te başlayan Şeyh Sait İsyanı sırasında Başbakanlıktan ayrıldı.
Büyükelçi olarak çalıştığı Paris'ten, 1930 yılında dinlenmek için yurda
gelen Fethi Okyar'a Mustafa Kemal tarafından yeni bir parti kurması teklifi
yapılması üzerine, Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu. Fakat bu parti
kapatıldı. Mustafa Kemal'in ölümünden sonra da çalışmalarına devam eden Fethi
Okyar, 12 Mart 1941'de Adliye Vekaleti görevinden ayrılmış ve birkaç yıl sonra
7 Mayıs 1943'de vefat etmiştir.
Fevzi Mustafa Çakmak (1856 -1950)
Asker ve siyaset adamı. 1856 yılında İstanbul'da doğdu. Anadolu'da
kurtuluş kaynaşmaları başladığı sırada, Saray'ın gözde adamları arasındaydı.
1898 yılında kurmay yüzbaşı olarak Akademi'yi bitirdikten sonra, Arnavutluk'ta
görev yaptı. (1899) Arnavutluk ve Rumeli vilayetleriyle ile ilgili ıslahat kararlarını
uygulamakla görevli heyette bulundu, (1912) 1917'de Diyarbakır'da tümen
komutanlığı, aynı yıl Filistin'de 7. Ordu Komutanlığı yaptı. 1918'de
Genelkurmay Başkanlığında görevliydi ve Mustafa Kemal'in Samsun'a hareketinden
bir gün önce de 1. Ordu Müfettişliğine atandı.
1919 yılı başlarında Ali Rıza Paşa Kabinesi'nde Harbiye nazırı oldu. Fevzi
Paşa 3 Mayıs 1920'de Kozan Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
katıldı; aynı gün de Milli Savunma Bakanlığına ve İcra Vekilleri Heyeti
Reisliğine getirildi.
1920 sonlarında Erkân-ı Harbiye'si Umumiye Vekil Vekiliydi. 1921'de II.
İnönü Savaşı'ndan sonra Korgenerallik rütbesiyle Genelkurmay Başkanlığına
getirildi. Sakarya Zaferi'nin ardından da Meclis'ten Mareşallik rütbesini aldı.
İlk yıllarda aynı zamanda milletvekiliydi, ama 1925'te askerlikle siyaset
arasında bir seçim yapma durumunda kalınca asıl mesleğinde karar kıldı ve 1944
yılında yaş haddinden emekliye ayrılıncaya kadar Genelkurmay Başkanlığında
kaldı. En büyük başarısı Atatürk ile İnönü'nün de kesinlikte aynı görüşte
olmalarından güç alarak, orduyu siyaset dışında bırakabilmesiydi.
Çakmak, askerlik hayatını iki ayrı döneminde, iki eser yayınladı:
"Gorbi Rumeli'nin Sureti Ziya ve Balkan Harbi'nde Garp Cephesi Hakkında
Konferanslar" (1927) ve "Büyük Harbde Şark cephesi hareketleri".
(1936)
Mareşal Fevzi Çakmak, 1948'de siyaset sahnesine çıktı ve emekliye
ayrılışından sorumlu tuttuğu İnönü'ye karşı çıkmak için DP listesinden İstanbul
Milletvekili olarak Meclis'e girdi.
Hasan Rıza Soyak (1888-1970)
Yönetici ve siyaset adamı. 1888 yılında Üsküp'te doğdu. Rüştiye'yi
bitirdikten sonra İstanbul'da, Vilayet kaleminde devlet hizmetine girdi; kısa
bir süre sonra buradan İstanbul Merkez Komutanlığı'na bağlı Sıkıyönetim
Komutanlığı Hatipliğine geçti. (1914) Aynı yıl 1. Kolordu Kurmaylığı Bürosu'nda
görevlendirildi. I. Dünya Savaşı'nın ilk yılını burada geçirdi ve 1916'da 2.
Kolordu Kurmaylığında aynı nitelikte bir göreve nakledildi. (1918) Savaşın son
iki yılında Harbiye Nezareti'nde idi. Hasan Rıza, Ankara'da önce TBMM'ye hatip
olarak girdi (1922). Bu görev, kendisini sürekli olarak Mustafa Kemal'in
yakınında tutuyordu. Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, kendisini
mutemet olarak Çankaya Köşkü'ne aldı. (1924) 1927'de özel kalem müdürü, 1932'de
genel sekreter vekili, 1934'te de genel sekreter oldu. Genel sekreterliği
sırasında bir dönem de Burdur Milletvekilliği yaptı.
Hasan Rıza'nın görevleri değişirken aynı kalan bir şey vardı; Mustafa
Kemal'in kendisine karşı beslediği Hasan Rıza başından sonuna Mustafa Kemal'in
özel hesaplarını tutan ve harcamalarını yapan kişi olarak kalmıştır. 1970
yılında İstanbul'da öldü.
İsmet İnönü (1884-1973)
1884 yılında İzmir'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladıktan
sonra Mühendishane İdadisi'ni (Askerî Lise) bitirdi.
1903 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1906 yılında Harp Akademisi'nden mezun
olarak, ordunun çeşitli kademelerinde görev yaptı.
1910-1913 yılları arasında Yemen İsyanı'nın bastırılması harekatına
katıldı. Bu ve bundan önceki görevlerinde hudut problemleri ve asilerle yapılan
antlaşmalarda başarılı hizmetleri ve mesleki özellikleriyle dikkati çekti. I.
Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi'nde Kolordu Komutanı olarak Atatürk'ün
emrinde çalıştı ve öğrencilik yıllarından beri devam eden dostlukları ile
devletin geleceği hakkında ortak fikirleri gelişti. Suriye Cephesi'nde savaştı;
Milli Mücadele sırasında Atatürk'ün en yakın silah arkadaşı olarak çalıştı.
Edirne Milletvekilliği ve Bakanlık yaptı, Garp Cephesi Komutanlığına getirildi.
25 Ekim 1920'den sonra Batı Cephesi Komutanı olarak Çerkez Ethem isyanını
bastırdı. Birinci ve İkinci İnönü Savaşları'nı yönetti. Tuğgeneral rütbesine
yükseldi.
Sakarya Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz'dan sonra kazanılan zafer üzerine
Mudanya Mütarekesi'nde Büyük Millet Meclisi'ni temsil etti. Lozan Barış
Konferansı'na Dış İşleri Bakanı ve Türk Heyeti Başkanı olarak katıldı. 24
Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması'nı imzaladı.
Cumhuriyet'in ilanından sonra 1923-1924 yıllarında ilk hükümette Başbakan
olarak görev aldı, 1924-1937 yılları arasında bu görevini sürdürdü.
İnönü, Atatürk inkılaplarının gerçekleşmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin
sağlam temeller üzerine oturtulmasında Atatürk'ün en yakın mesai arkadaşıydı.
Atatürk'ün ölümünden sonra, 1938 yılında, TBMM tarafından Türkiye'nin
ikinci Cumhurbaşkanı olarak seçildi. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye'yi
savaş felaketinin dışında tutmayı başardı. Savaştan sonra çok partili siyasi
rejime geçilmesinde en büyük destek oldu. 1950 yılında, yapılan seçimleri
kaybettikten sonra, 1960 yılına kadar Ana Muhalefet Partisi Başkanı olarak
siyasi yaşamını sürdürdü. 27 Mayıs harekatından sonra Kurucu Meclis üyeliğine
seçildi ve 10 Kasım 1961 tarihinde Başbakanlığa atandı.
1965 yılında bu görevden ayrıldıktan sonra milletvekili olarak siyasi
yaşamına devam etti, 1972'de Parti Genel Başkanlığı ve milletvekilliğinden
istifa ederek; ölünceye kadar (25 Aralık 1973) Anayasa gereğince Cumhuriyet
Senatosu Tabii Üyeliği görevinde bulundu.
İzzettin Çalışlar
(1882-1951)
Asker, Kurtuluş Savaşı komutanlarından ve siyaset adamı. 1882 yılında
Yanya'da doğdu. İstanbul'da Milli Savunma Bakanlığı Personel Dairesi emrinde
çalışmayı reddederek Mudanya'da Milli Mücadele kuvvetlerine katıldığında (1
Temmuz 1920) yarbaydı. O tarihe kadar Üsküp'ten Anafartalar'a uzanan çeşitli
yerlerde görev yaptı. Çalışlar, Milli Mücadele'yi yürüten kuvvetlerden 23.
Tümen Komutanlığına atandı, 20. Kolordu'nun da Komutan Vekilliğiyle
görevlendirildi. Kütahya-Eskişehir, Birinci ve İkinci İnönü ve Sakarya Meydan
Savaşları'nda tümen ve grup komutanı olarak bulundu. 1921'de albaylığa, 1922'de
generalliğe yükseldi. 1926'da korgeneral oldu. Bu sırada 1. Ordu'ya komuta
ediyordu ve bir ara İzmir Valiliği ile Askeri Mahkeme Üyeliği de ek görev
olarak kendisine verilmişti. Çalışlar, 1930'da orgeneralliğe yükseltildikten
sonra ordu komutanı olarak 1939'a kadar görevini sürdürdü. Emekliye ayrıldıktan
sonra Aydın (1939), Muğla (1940 ve 1943), Balıkesir (1943) Milletvekili olarak
Meclis'de bulundu. 1951 yılında İstanbul'da öldü.
Kazım Karabekir (1882-1948)
Asker, Milli Mücadele kahramanlarından ve siyaset adamı. 1882 yılında
İstanbul'da doğdu. İlk öğrenimini değişik yerlerde tamamladı. Ortaokul ve
liseyi Fatih Askeri Rüştiyesi'nde ve Kuleli Askeri Lisesi'nde okudu. Karabekir,
Harp Okulu'nda Mustafa Kemal ile tanıştı.1902'de Harp Okulu'nu, 1905'te Harp
Akademisi'ni bitirdi. 1909'da İstanbul'da patlak veren 31 Mart Olayı'nı
bastırmak üzere buraya gönderilen Hareket Ordusu'nda Mustafa Kemal ile birlikte
Kazım Karabekir'de vardı.
I. Dünya Savaşı başlarında yarbaylığa yükselen Karabekir, savaş yılları
boyunca İran sınırında, Halep'te, Doğu Cephesi'nde, Çanakkale'de bulundu.
1917'de atandığı Diyarbakır'daki 2. Kolordu Komutanlığından sonra, Erzincan
yakınındaki Kafkas Kolordusu'nun başına getirildi ve bu görevi sırasında
Ermenileri püskürterek Erzincan ve Erzurum'u geri aldı. Sarıkamış'taki kolordu
ile işbirliği yaparak Kars ve Gümrü kalelerinin alınmasında üstün başarı
gösterdi. Bunun sonucu olarak da generalliğe yükseltildi.
Karabekir'in hayatındaki önemli dönüm noktalarından biri, Doğu'daki
görevine gidişiyle başlar. Asıl başlangıç tarihiyse, Mustafa Kemal'in Samsun'a
çıktıktan sonra kendisiyle temasa geçmesidir. O günden başlayarak Karabekir'in
sınıf arkadaşı Mustafa Kemal ile tam bir iş birliği yapacak ve bu beraberlik
Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar sürecektir.
Kazım Karabekir Doğu'da Milli Mücadele'yi sürdürürken Edirne milletvekili
olarak birinci Büyük Millet Meclisi üyeleri arasına girdi ve böylelikle siyasi
hayata atıldı. 1923 seçimlerinde de İstanbul'dan milletvekili seçildi. Aynı
zamanda merkezi Ankara'da olan 1. Ordu Komutanlığı görevini aldı. Daha
sonraları Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez
Paşalarla birleşerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu (1924) ve bu
partinin Genel Başkanlığını üzerine aldı. Partinin ömrü uzun olmadı ve 1926'da
Mustafa Kemal'e karşı yapılan suikast girişiminden sonra kapatıldı. Kazım
Karabekir 1948 yılında Ankara'da öldü.
Kazım Özalp (1880-1968)
Devlet adamı. 1880 yılında Köprülü-Yugoslavya'da doğdu. Harp Okulu'nu
(1902) ve Harp Akademisi'ni (1905) bitirdi. Selanik'te 36. Alay 2. Bölük
Komutanlığına atandı. Daha sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne giren Kazım
Bey, 31 Mart İsyanını bastıran Hareket Ordusu'yla birlikte İstanbul'a geldi.
(1909) Balkan Savaşı'ndan sonra, İstanbul Merkez Komutanlığı Yardımcılığına
atandı. (1913) 1914'te Binbaşı oldu. Van Seyyar Jandarma Alayı Komutanı iken
(1914), I. Dünya Savaşı'na katılarak Ruslara karşı savaştı. Yunanlıların
İzmir'i işgalinde, Balıkesir'deki 61. Tümen Komutanlığında görevliydi ve o
çevrede Kuvayı Milliye'yi örgütledi. Bu arada Balıkesir Milletvekili olarak
TBMM'ye girdi. (1920) Meclis tarafından İzmir Şimal Cepheleri Komutanlığına
atandı. Sakarya Savaşı'na ve Büyük Taarruz'a katılarak 1921'de Tümgeneral,
1922'de Korgeneral oldu. 1922-1924'te Milli Savunma Bakanı, 1924-1935'te Meclis
Başkanıydı. Bu arada orgeneralliğe yükseldi. (1926) 1935'te ikinci defa Milli
Savunma Bakanlığına getirildi. 1943'te CHP Meclis Grup Başkanvekili oldu. 1950
seçimlerinde Van'dan milletvekili seçildi ve 1954'te siyasi hayattan çekildi.
Kılıç Ali (1888-1971)
Asker ve siyaset adamı. Askeri okulu bitirdikten sonra binbaşı rütbesiyle
I. Dünya Savaşı'na katıldı. Kurtuluş Savaşı'nda Maraş, Antep yöresinde milli
kuvveti kurmakla görevlendirildi. Karayılan ve Şahin Bey ile birlikte bu
bölgede çıkan ayaklanmaları ve Kırşehir isyanını bastırdı. Maraş, Antep ve
Urfa'da bulunan Fransız kuvvetlerine karşı yapılan çatışmalardaki başarısı ona,
Antep kahramanı olarak ün sağladı. Ağrı isyanı sırasında kurulan İstiklal
Mahkemeleri'nde üyelik yapan Kılıç Ali, 1920-1938 yılları arasında Antep
Milletvekilli olarak TBMM'de bulundu. 1970'de Yeni Türkiye Partisi'nin
kurucuları arasında yer aldı. "Hatıralarını anlatıyor" (1955),
"Atatürk'ün Hususiyetleri" (1955), "İstiklal Mahkemesi
Hatıraları" (1955) adlı kitapları vardır.
Mazhar Müfit Kansu (1873-1948)
Siyaset adamı ve idareci. 1873'de Denizli'de doğdu. Edirne'de gördüğü ilk
ve orta öğreniminden sonra Gelibolu'da (1891) ve Edirne İdadisi'nde tarih ve
matematik öğretmenliği yaptı. 1897'den sonra idareci olarak görev alan Kansu,
Havza, Çorlu, Ergene ve İskeçe Kaymakamlığında, 1908'den sonra da Gümülcine,
Lazistan, Mersin, İzmit ve Balıkesir mutasarrıflıklarında bulundu. İdareciliğinin
yanı sıra siyasetle de ilgilenerek İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyeleri
arasında yer aldı. 1918'de Rus istilasından yeni kurtulan Bitlis'e vali atandı.
Heyeti Temsiliye üyeliğine seçildi. Heyet, Ankara'ya geldiği sırada İstanbul'da
son Meclis-i Mebusan toplanıyordu. Kansu, Mustafa Kemal'in de isteğiyle
İstanbul'a gitti. Felah-ı Vatan Grubu'nun çalışmalarına katıldı ve Meclis'e
Hakkari Milletvekili olarak girdi. Heyet adına Vahdeddin ile görüşerek ona
Anadolu'ya geçmesini teklif etti. İstanbul işgal edilip Meclis-i Mebusan
feshedilince, Kansu gemiyle Beyrut'a geçti. Oradan Silifke yoluyla Ankara'ya
geldiği zaman TBMM açılmıştı. Hakkari Milletvekili olarak görev aldı.
Milletvekilliği dışında Elazığ Valiliğine atandı. 1923- 1939 dönemlerinde
Denizli Milletvekilliği ve 1925'te Doğu İstiklal Mahkemesi'nde Başkanlık yaptı.
1939-1946'da Çoruh Milletvekili olarak siyasi hayatını sürdürdü. Mustafa
Kemal'in Milli Mücadele döneminde ve Cumhuriyet yıllarından olan Kansu'nun
"Erzurum'dan ölümüne kadar Atatürk'le beraber" adıyla 4 Mart 1948'den
Son Telgraf gazetesinde yayımladığı anıları, 1966'da Türk Tarih Kurumu
tarafından iki cilt olarak basıldı. 1948 yılında İstanbul'da öldü.
Mustafa Cantekin (1878-1955)
Doktor ve siyaset adamı. 1878'de Çorum'da doğdu. İstanbul Tıp
Fakültesi'nde okurken siyasetle ilgilendiği için kalebent olarak üç yıllığına
Şam'a sürüldü. Burada, İstanbul'dan uzaklaştırılmak amacıyla Şam'a atanan
Mustafa Kemal ile tanıştı. Dostlukları hemen o gün başladı. Mustafa Efendi'nin
kitapları ilk bakışta Mustafa Kemal'in dikkatini çekti.
İki Mustafa'nın dostluğu hızla gelişti ve çok geçmeden kendilerine
katılan, genç subaylardan, Kırşehirli Lütfi Müfit (Özdeş) Efendi'yle birlikte
gizli Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurdular.
Sürgünden döndükten sonra öğrenimini tamamladı. Kurtuluş Savaşı başlarında
Mustafa Kemal'in yanında yer aldı. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
Kırşehir Milletvekili olarak girdi. 1950'ye kadar da sürekli olarak Meclis'te
kaldı. Milletvekilliğinin sürdüğü yıllarda bir ara da Afyon Askeri
Hastanesi'nin başhekimliğini yaptı. Savaş yaralılarını kurtarmak için çaba
gösteren Mustafa Efendi, 1955 yılında Ankara'da öldü.
Mustafa Necati (1894-1929)
Devlet adamı. 1894 yılında İzmir'de doğdu. İstanbul Hukuk Okulu'nda okudu.
İzmir Öğretmen Okulu'nda kısa bir süre öğretmenlik, Özel Şark Okulu'nda
müdürlük yaptı. (1915-1918) Avukatlık yaptı. İzmir Yunanlılar tarafından 15
Mayıs 1919'da işgal edilince, Balıkesir Cephesi'ndeki çete savaşlarına katıldı.
Anzavur kuvvetlerine karşı, Kuvayı Milliye komutanı olarak savaştı. Yunanlılara
karşı girişilen savaşlarda da bulundu. Balıkesir'de, İzmir'e Doğru gazetesinde
Milli Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen yazılar yazdı. Saruhan Milletvekili oldu.
(1920) İstiklal Mahkemesi Başkanlığı yaptı. Millet Meclisi'nin ikinci dönemine,
İzmir Milletvekili olarak girdi. Mübadele ve İmar ve İskan Bakanlığına (1923)
daha sonra da Adliye Bakanlığına getirildi (1924). İki yıl kadar Öğretmenler
Birliği Başkanlığında bulundu. 1925 yılından, ölünceye kadar da Milli Eğitim Bakanlığı
(Maarif Vekilliği) yaptı. 1929'da Ankara'da öldü.
Mustafa Necati, 1928'da eğitimimizi daha üstün bir duruma getirmek için
acele alınması gereken tedbirleri düşünmüş ve kanun haline getirmişti. İlk defa
temelli olarak ve çok sayıda öğretmen yetiştirmekle zorunlu ilköğrenimi
gerçekleştirme yolunu açtı. Onun zamanında kabul edilmiş kanunlarla
öğretmenlik, bir meslek haline geldi. 1928'de Türk harflerinin kabul
edilmesiyle eğitimimizde görülen gelişme de onun zamanında gerçekleşti.
Muzaffer Kılıç (1897-1959)
Mustafa Kemal'in yaveri. 1897'de İstanbul'da doğdu. Harp Okulu'nu, topçu
teğmeni olarak bitirdi. Galiçya Cephesi'nden sonra Filistin'de 7. Ordu
Müfettişliği yaverliği yaptı ve bu sırada 7. Ordu'yu komuta eden Mustafa
Kemal'in karargahına geçti. Kumandanın emir subayı oldu. Bu beraberlik 1930
yılına kadar sürdü. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Heyeti Temsiliye
çalışmalarında Mustafa Kemal'in sivil karargahında kaldı. Ankara'ya geldikten
sonra görevini sürdürdü.
Muzaffer Kılıç, Cumhuriyet'in ilanından sonra, baştan beri Mustafa
Kemal'in yanındaki diğer subaylarla birlikte, terfi etti ve yüzbaşı oldu.
Çankaya Köşkü'ndeki görevini aksatmadan, Ankara Hukuk Mektebi'ne girdi ve
1928'de mezun oldu. Kısa bir süre sonra da iş hayatına atıldı. Ticaretle
uğraştı. Bir nebati yağ fabrikası kurdu. Bu arada İstanbul Şehir Meclisi
Üyeliğine seçildi ve uzun yıllar burada kaldı. Aynı zamanda Ankara Anonim Türk
Sigorta Şirketi'nin yöneticiliğini üstlendi. 1939'da bir dönem Giresun
Milletvekilliği yaptı.
1959'da özel işlerini izlemek için Ankara'ya giden Muzaffer Kılıç
Kızılay'da, sokakta geçirdiği bir kalp krizi sonunda öldü.
Müfit Özdeş (1874-1940)
Asker ve siyaset adamı. 1874 yılında Kırşehir'de doğdu. Harp
Akademisi'ndeyken çöküşe hızla yaklaşan Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde
bulunduğu zor şartlardan kurtarmanın yollarını arayan genç subaylar arasında
idi. Hürriyetçi görüşleri benimsemiş olan Mustafa Kemal ve Ali Fuat Cebesoy
gibi subaylarla yakın ilişkiler kurdu. Bu arkadaşları ile birlikte gizli bir
gazete çıkarma çabası içine girdi.
Girişimin cezası, korktuğundan hafif oldu ve rütbesinin geri alınmasını
beklerken, sürgün niteliğinde bir atanma emri aldı. Mustafa Kemal ile birlikte
Şam'a gönderildi.
İstanbul'da başlayan dostluk Şam'da daha da koyulaştı. Mustafa Kemal ile
hemen her vakit beraber idiler. Çok geçmeden sürgünde tanıştıkları, tıp
öğrencisi Mustafa Efendi, düşüncelerine yeni unsurlar ekledi. Aslında o da
siyasetle ilgilendiği için İstanbul'dan uzaklaştırılmıştı.
Çok geçmeden bu üç arkadaş düşüncelerini gerçekleştirmek için bir örgüt
meydana getirmeye karar verdiler ve Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurdular.
Gizli cemiyetin karargahı tıp öğrencisi Mustafa Efendi'nin dükkanıydı. Lütfi
Müfit, Milli Mücadele'nin başından itibaren eski arkadaşı Mustafa Kemal'in
yanında yer aldı. Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar cephelerde savaştı. Savaşın
sonunda Binbaşılıktan emekliye ayrılarak Meclis'e girdi. (1923) 1939'a kadar
Milletvekilliği yaptı. Bu süre içinde bir ara Şehremaneti Müfettişliği yapan
Lütfi Müfit 1940'da İstanbul'da öldü.
Nuri Mehmet Conker (1882-1937)
1882 yılında Selanik'te doğdu. 1902'de Harbiye'yi, 1905'de Harp
Akademisi'ni bitirdi. Atatürk'ün çocukluk ve silah arkadaşıdır. Conker
Selanik'te 3. Ordu'da, Hareket Ordusu'nda, Arnavutluk Harekatı'nda, Afrika'da
Trablusgarp ve Bingazi Muharebelerinde, Anafartalar'da ve Conkbayırı
Muharebelerinde, doğuda Muş Cephesi'nde bulundu. İleri saflarda yer aldığı
Bolayır ve Conkbayırı Muharebelerinde yaralandı.
Nuri Conker, 1920 Haziranı'nda Ankara'ya gelerek Kurtuluş Savaşı'na
katıldı. Kendisine önce TBMM tarafından basın ve istihbarat müdürlüğü görevi,
bir süre sonra da Ankara bölge komutanlığı verildi. Kısa bir süre de Ankara
Valiliği yaptı. 1921 Mart ayı içinde bazı satın alma işleri için Almanya'ya
gönderildi; Eylül 1920, Mart 1921 tarihlerinde 41. Tümen Komutanlığı ve aynı
zamanda Adana Valiliği görevini yürüttü.
1921 yılında kendi isteğiyle emekli olan Conker, 1925-1927 yılları
arasında Kütahya Milletvekilliği, 1932-35 yılları arasında da Gaziantep Milletvekili
olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekilliği yaptı. Conker'in Zabit ve
Komutan adlı bir eseri vardır. 1937 yılında Ankara'da öldü.
Ömer Naci (1878-1916)
1878 yılında İstanbul'da doğdu. Bursa'daki Işıklar Askeri Lisesi'nde
okurken hocaları da, arkadaşlarının hemen hepsi de kendisinin geleceğin
başarılı bir askeri değil de güçlü bir şair ve ateşli bir hatip olarak
görüyorlardı. Çok okuyordu, okuduklarının çoğu Namık Kemal'in, Tevfik Fikret'in
şiirleri ve Jön Türkler'in gizli yayınlarıydı. Bu yüzden de sık sık başı derde
giriyordu. Bunun sonucu olarak Bursa'daki öğrenim yıllarında izin zamanlarını
okulun cezaevinde geçiriyordu.
Okuldan kovulmasının düşünüldüğü bir sırada bir hocasının arka çıkmasıyla
1895 yılında Manastır İdadisi'ne sürüldü. Ne var ki, Ömer Naci'nin bu yeni
okulda ilk ilgilendiği kişilerden biri de o tarihlerde aynı okulda okuyan
Mustafa Kemal oldu. Ömür boyu sürecek bir dostluk hemen o günlerde başladı.
Ömer Naci güzel konuşmasıyla Mustafa Kemal'i etkiledi. Ömer Naci Subay çıktıktan
sonra İttihat ve Terakki Fırkası'na girdi; burada yönetim kurulu üyeliğine
kadar yükseldi; İttihat ve Terakkiciler'in hükümeti ele geçirmelerini sağlayan
Babıali Baskını'nı düzenleyenlerin başında o vardı. Subay olarak Kafkas
Cephesi'nde, İran'da bulundu. Buralarda Teşkilatı Mahsusa görevlisi olarak
baskınlar düzenledi, çete savaşları vardı. 1916 yılında Kerkük'te bulunduğu bir
sırada tifüse yenildi ve öldü.
Ruşen Eşref Ünaydın (1892-1959)
Ruşen Eşref Ünaydın 1892 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray
Sultanisi'ni ve Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi. Askeri Baytar Alisi'nde,
Darülmuallimini Ali'de, Türkçe ve Fransızca öğretmenliği yaptı. Yazarlık
hayatına 1914'te mütercimlikle başladı. 1918'de Yeni Gün muhabiri olarak
Kafkasya'ya, Tasvir-i Efkar muhabiri olarak Sivas'a gitti. Dergi ve gazetelerde
mülakat ve gezi türünde yazıları yayımlandı. 1920'de Anadolu Hükümeti'nin
çağrısı üzerine İnebolu yoluyla Ankara'ya gitti; Türk Kurtuluş Savaşı'na
katıldı. 1922 yılında Buhara Elçiliği Başkatibi oldu. Lozan Konferansı'nda
Matbuat Müşavirliği yaptı. TBMM ikinci döneminde Afyonkarahisar Milletvekili
seçildi. Riyaseti Cumhur Umumi Katipliği'nde, Tiran, Atina, Budapeşte
Elçiliğinde ve Roma, Londra ve Atina Büyükelçiliğinde bulundu. 1952'de emekliye
ayrıldı. "Servet-i Fünun", "Donanma", "Tedrisat",
"Türk Yurdu" ve "Yeni Mecmua"da yayımladığı mülakat, mensur
şiir ve hatıra türünde yazılarıyla tanındı. Mustafa Kemal Paşa'nın yakın
çalışma arkadaşlarından biri olan Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal Paşa'yı
Türk basınında ilk defa tanıtmasıyla ünlüdür.
Refet Bele (1881-1963)
Refet Bele 1881 yılında İstanbul'da doğdu. 1899 yılında Harp Okulu'nu,
1912'de Harp Akademisi'ni bitirdi. I. Dünya Savaşı'nda Filistin Cephesi'nde
İkinci Gazze Muharebesi'nde başarı sağladı. Milli Mücadele ve Kurtuluş
Savaşı'ndaki görevi, Mustafa Kemal ile birlikte Samsun'a çıkışıyla başladı.
Refet Bey, merkezi Sivas'ta bulunan ve Mustafa Kemal'in müfettiş olarak
görevlendirildiği 3. Ordu'ya bağlı, 3. Kolordu Komutanlığına atandı. Erzurum
Kongresi'ne ve Samsun delegesi olarak Sivas Kongresi'ne katıldı. Aydın ve
çevresinde ayaklanmalar başlayınca burada görevlendirildi. Daha sonra Çerkez
Ethem Ayaklanması'nı bastırdı. Bu arada generalliğe yükseltilerek Dahiliye
Vekilliğine ve Batı Cephesi Komutanlığına atandı. 1922'de Doğu Trakya'yı geri
almakla görevlendirildi.
Cumhuriyet'in ilanından sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'na girdi.
1926 yılında milletvekilliğinden ve askerlikten ayrılan Refet Bele, 1935-1939
ve 1946-1950 tarihlerinde İstanbul Milletvekili seçildi.
Salih Bozok (1881-1941)
Salih Bozok 1881'de Selanik'te doğdu. Mustafa Kemal ile önce mahalle, daha
sonra da okul arkadaşlığı oldu. İkisi de aynı okullarda okuduktan sonra aynı
yıl Harp Okulu'nu bitirdiler. Salih Efendi jandarma sınıfına seçilmişti.
Mustafa Kemal ise Akademi'ye devam edecek, kurmay olacaktı. Mustafa Kemal Milli
Mücadele'yi başlatmak üzere Anadolu'ya geçmeden önce ve Suriye Cephesi'nde
bulunduğu sırada Salih Efendi'yi Başyaver olarak yanına getirtti. Sürekli
beraberlik böyle başladı ve Salih Bey yarbaylıktan emekliye ayrıldıktan sonra
bile Mustafa Kemal'in yakınında kaldı.
Yüzbaşı Salih, Mustafa Kemal'in yanında, Heyeti Temsiliye'de görevli
olarak Ankara'ya gitti. Mustafa Kemal Meclis Başkanı iken o da Meclis Başkanı
Başyaveriydi. Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilince yarbay Salih de
Cumhurbaşkanlığı Başyaveri oldu. Yarbay rütbesinde ordudan istifa ettiğinde
önce, o zamanki adı Bozok olan Yozgat'tan milletvekili seçildi; milletvekilliği
1939 seçimlerine kadar her dönemde yenilendi; bu arada Mustafa Kemal'in
sofrasındaki yerini ve çevresindeki görevini de muhafaza ediyordu. Salih Bey bu
dönemde İş Bankası'nın kurucuları ve hissedarları arasında yer aldı. Mustafa
Kemal'in ölümüyle Salih Bozok'un dünyası da yıkılmış oldu. Milletvekilliği
sürdüğü halde sağlık durumundan şikayet ederek Yalova'ya çekildi ve 1941
yılında öldü.
Rauf, Hüseyin Orbay (1881-1964)
Rauf Orbay 1881 yılında İstanbul'da doğdu. Milli Mücadele'ye katılmak
üzere Anadolu'ya geçtiğinde imparatorluğun hemen her yanına ün salmış milli
kahramanlardan biriydi. Bahriye Mektebi'ni bitirmiş, Balkan Savaşı sırasındaki
deniz savaşlarında büyük başarılar göstermiş ve bu nedenle "Hamidiye
Kahramanı" ünvanını kazanmıştı. İzzet Paşa kabinesinde Bahriye Nazırlığı
yaptı, bütün bu parlak başarıların sonunda Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş
belgesi olan Mondros Mütarekesi'ni imzalamak zorunda kaldı. Malta sürgününden
dönen Rauf Orbay 1921'de Ankara'ya gittiğinde kendisine Nafia Vekilliği
verildi. Bakanlıktan ayrıldığı yıl Meclis İkinci Başkanlığına seçildi,
1922-1923 arasında birkaç ay Başbakanlık yaptı. 1942-1944 yılları arasında
Türkiye'nin Londra Büyükelçisi oldu. Rauf Orbay 1964 yılında öldü.
Tevfik Rüştü Aras (1883-1972)
Tevfik Rüştü Aras 1883 yılında Çanakkale'de doğdu. Beyrut Tıbbiyesi'ni
bitirdi ve doktor olarak İzmir, Selanik ve İstanbul'da çeşitli görevlerde
bulundu. İttihat ve Terakki'ye girdi. Selanik'te Mustafa Kemal ile yakın
arkadaş oldu. 1918'de Meclisi Ali-i Sıhhi (Yüksek Sağlık Kurulu) üyesiydi. 1920
yılında Ankara'da TBMM açıldıktan sonra Muğla'dan (müstakil Menteşe livası)
milletvekili seçildi. İlk dönemde Kastamonu İstiklal Mahkemesi Üyeliğine
getirildi. TBMM Hükümeti'nin Rus Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'ne ilk
büyükelçi olarak gönderildiği Ali Fuat Paşa (Cebesoy) delegasyonu ile
Moskova'ya gitti. 1923'ten 1939'a kadar İzmir Milletvekilliğinde bulundu.
4 Mart 1925'te Takrir-i Sükun Kanunu'ndan sonra kurulan İsmet Paşa (İnönü)
Kabinesi'nde Hariciye Vekili oldu. Atatürk'ün ölümüne kadar kurulan bütün
kabinelerde bu görevi sürdürdü. Dış İşleri komiseri Litvinov'un davetlisi
olarak üç kere Rusya'ya gitti. 1926'da Odesa'da 1930'da ve 1937'de Sovyet ileri
gelenleriyle Moskova'da görüşmeler yaptı. 1939'da Londra Büyükelçiliğine atandı
ve üç buçuk yıl İngiltere'de kaldı. 1943'te emekli oldu. Savaşın sonlarında
İstanbul basınında (Özellikle Tan gazetesinde) yazılar yazdı. Demokrat
Parti'nin kuruluş mücadelesini destekledi. 1952-1959 yıllarında İş Bankası
Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı.
Tevfik Rüştü Aras'ın Dış İşleri Bakanlığı sırasında verdiği söylevleri
Numan Menemencioğlu tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmiştir.
Lozan'ın İzlerinde On Yıl (1937, Fransızcası; 10 ans surles traces de
Lausanne), Uluslararası Diplomasi Akademisi tarafından yayımlanan Diplomasi Sözlüğü
(Dictionnaire diplomatigue) Türkiye'nin Dış Politikası (Lapolitigue exterieure
de la Turguie) maddesini de Tevfik Rüştü yazmıştır. Günlük basında çıkan
yazılarının güncel olmayanlarını Görüşlerim (1945 ve 1963) adlı iki cilt
kitapta toplayan Tevfik Rüştü Aras, 1972 yılında İstanbul'da öldü.
Yunus Nadi Abalıoğlu (1880-1945)
Gazeteci Yunus Nadi Abalıoğlu 1880 yılında Fethiye'de doğdu. Abalızade
Hacı Halil Efendi'nin oğlu olan Yunus Nadi, ilk öğrenimini Fethiye'de yaptı,
Rodos adasında Süleymaniye Medresesi'nde, İstanbul'da Galatasaray
Sultaniyesi'nde okudu. Sonra Hukuk Mektebine devam etti. 1900'da Malumat
gazetesinde çalışmaya başladı. 1910'da İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
çıkardığı Rumeli gazetesinin başyazarı oldu. 1911'de Meclis-i Mebusan'a Aydın Milletvekili
olarak katıldı. 1918'de İstanbul'da Yenigün gazetesini kurdu. 1920'de Muğla
Milletvekili olarak TBMM'ne girdi. 1924'te İstanbul'da Cumhuriyet gazetesini
kurdu ve ölümüne kadar başyazarlığını yaptı. TBMM'nin 6. dönemine kadar Muğla
Milletvekilliğini yapan Abalıoğlu, 28 Mart 1945'te tedavi için gittiği
Cenevre'de öldü.
Afet İnan
Mustafa Kemal tarafından Fransızca öğrenmesi için İsviçre'ye gönderilen
Afet İnan, 1908'de Selanik'te doğdu. 1925'te Bursa Kız Öğretmen Okulu'nu
bitirdi. 1927'de Türkiye'ye döndükten sonra, 1931'de Türk Tarih Kurumu'nun
kurucuları arasına katıldı. 1935-1938 arasında Cenevre Üniversitesi'nin
Toplumsal ve Ekonomik Bilimler Fakültesi'nde öğrenim gördü ve 1939'da burada
doktora çalışmasını tamamladı. Ankara'da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde
doçent ve profesör oldu. Değişik üniversitelerde Cumhuriyet ve Devrim Tarihi
dersleri verdi. Hem Atatürk'le ve Cumhuriyet'le ilgili anılarının bulunduğu hem
de değişik konularda eserleri bulunan Afet İnan, 1985'te Ankara'da öldü.
Ahmet Bey, Agayef (Ağaoğlu)
Türk düşünce dünyasının önemli isimlerinden olan Ahmet Ağaoğlu, 1868'de
Azerbaycan'ın Şusa kentinde doğdu. Şusa'da ilk ve orta öğrenimini tamamladıktan
sonra Petersburg'da ve ardından da Paris'te eğitimini sürdüren Ağaoğlu,
Sorbonne Üniversitesi'nde tarih ve filoloji okudu. Bu arada Fransız dergilerine
özellikle Fars dili ve edebiyatı üzerine makaleler yazdı. Çarlık Rusyası'nda
Türklerin de diğer milletlerle eşit haklara sahip olması gerektiğini dile
getirdi, Hayat ve İrşad adlı dergileri yayınlandı.
II. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a gelen Ahmet Ağaoğlu,
Darülfünun'da tarih ve Rus dili dersleri verdiği sıralarda Türk Yurdu dergisini
çıkardı. Türk Ocağı'nın kuruluş çalışmalarına katıldı. 1912'deki Meclis-i
Mebusan seçimlerinde Afyon'dan mebus seçilen ve aynı yıl içinde İttihat ve
Terakki'nin Merkez-i Umumi Üyeliğine getirilen Ağaoğlu, Mütareke'de
tutuklanarak Malta'ya sürüldü. Sürgünden sonra Ankara'ya geçerek Milli Mücadele
saflarına katılan Ahmet Ağaoğlu, bir süre Matbuat Umum Müdürlüğü görevini
üstlendi, Hakimiyet-i Milliye'nin başyazarı oldu. Zaferden sonra Ankara Hukuk
Mektebi'nde hocalık yaptı. Ağaoğlu 1939'da İstanbul'da öldü.
Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver)
İstanbul'da 1885'te doğan Hamdullah Suphi Bey (Tanrıöver), Galatasaray
Lisesi'ni bitirdikten sonra ilkokul öğretmeni olarak çalıştı. 1920'de Birinci
Meclis'te Antalya Milletvekili olarak girdi ve 1923'te Meclis'teki görevini
İstanbul Milletvekili olarak sürdürdü. 1935'te Bükreş Büyükelçiliği'ne atandı.
1950'de Demokrat Parti listesinden bağımsız Manisa Milletvekili ve 1945'te
DP'den İstanbul Milletvekili oldu. Tanrıöver, İstanbul'da işgalci güçlere karşı
düzenlenen açık hava toplantılarında, TBMM'de ve savaş yıllarında halkı
aydınlatmak için gönderildiği Konya, Antalya gibi yerlerde yaptığı etkili
konuşmaları ile tanındı, Milli Mücadele yıllarının hatibi olarak ün kazandı.
Tanrıöver, İstanbul'da öldü.
Hasan Bey (Saka)
Trabzon'un Sürmene ilçesinde 1885'te doğdu. Mülkiye Mektebi'nden mezun
oldu. Son Osmanlı Mebusan Meclisi'nde Trabzon Mebusluğu yaptı. Anadolu'ya
geçtikten sonra TBMM'de yine Trabzon mebusu olarak görev yaptı ve Lozan'a giden
heyette başkan yardımcısı olarak bulundu. Çeşitli dönemlerde İktisat, Ticaret
ve Maliye Bakanlıklarında bulunan Saka, II. Dünya Savaşı yıllarında Dış İşleri
Bakanlığı'na getirildi. Eylül 1947'de hükümeti kurmakla görevlendirilen Hasan
Saka, 1949'da Başbakanlık'tan ayrıldı ve 1954 seçimleri sonrasında siyasal
yaşamdan çekildi. 29 Temmuz 1960'da İstanbul'da öldü.
Hüsrev Bey (Gerede)
Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı yıllarındaki yakın çalışma
arkadaşlarından biri olan Hüsrev Gerede, 1888'de Edirne'nin Karaağaç ilçesinde
doğdu. 1908'de kurmay yüzbaşı oldu. Erzurum'da Kazım Karabekir komutasındaki
15. Kolordu'da Kurmay Başkanı olarak bulundu. Mustafa Kemal ile Samsun'a
çıkanlar arasında yeraldı. Son Osmanlı Mebusan Meclisi'nde Trabzon Milletvekili
olarak Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni temsil etti. Birinci
Meclis'te Trabzon Milletvekili olarak görev yaptı. 1920'de Gerede'de çıkan
ayaklanmanın bastırılmasındaki katkıları nedeniyle Atatürk tarafından kendisine
"Gerede" soyadı verildi. Çeşitli elçilik görevlerinde bulundu.
Türkiye'nin Japonya ve İran'la ilişkilerinin gelişmesinde rol oynayan Gerede,
İstanbul'da 1962 yılında öldü.
Kâzım Bey (Dirik)
Mustafa Kemal'le birlikte Samsun'a çıkan subaylar arasında bulunan Kazım
Bey, 1881'de Manastır'da doğdu. Harp Okulu'nu bitirdikten sonra Balkan
Savaşı'na katıldı, I. Dünya Savaşı'nda çeşitli birliklerde görev yaptı. Mustafa
Kemal'in Kurmay Başkanlığını da yapan Kazım Bey, Gürcistan'da Ankara
Hükümeti'nin temsilciliğinde bulundu. Milli Mücadele sırasında önemli görevler
üstlendi.
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra İzmir Valisi olan Kazım Dirik, 1935'te Trakya
Genel Müfettişliğine atandı. Tarihe ve eski eserlere karşı olan ilgisi
nedeniyle özellikle İzmir Valiliği sırasında başarılı hizmetleri olan Dirik,
1941'de Edirne'de öldü.
Recep Peker
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın ilk Genel Sekreteri olan Recep Bey (Peker)
1889'da İstanbul'da doğdu. 1907'de Harp Okulu'nu, 1919'da Harp Akademisi'ni
bitirdi. 1920'de Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere Anadolu'ya geçti. Kütahya
Milletvekili seçildiği 1923'ten başlayarak dört kez Cumhuriyet Halk Partisi
Genel Sekreterliğine seçilen Peker, Ağustos 1946'da çok partili dönemin ilk
hükümetini kurdu. Eylül 1947'de Başbakanlık'tan istifa etti. 1923'te
Hakimiyet-i Milliye gazetesine başyazılar da yazan Recep Peker'in 1935'te
İnkılap Tarihi Dersleri adlı bir kitabı yayınlandı.
Yusuf Bey (Akçuraoğlu)
Türkçülük akımının ilk aşamasının önde gelen düşünürü ve tarihçisi olan
Yusuf Akçura, 1876'da Kazan'da doğdu. İstanbul'da Harbiye Mektebi'ni ve
Paris'te Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu'nu bitirdi. Rusya'ya dönen Akçura,
Kazan'da öğretmenlik yaptı. Bu dönemde Mısır'da çıkan Şura-yı Ümmet ve Türk
gazetelerinde çok sayıda imzasız makalesi yayınlandı. Bunlar içinde 1904'te
Türk gazetesinde çıkan "Üç Tarz-ı Siyaset" başlıklı dizi makale özel
taşır. Akçura, 2. Meşrutiyet'ten sonra İstanbul'a geldi. Türk Derneği ve Türk
Ocağı'nın kurucuları arasında yer aldı. Milli Mücadele'ye katıldı. Cumhuriyet
döneminde Kars Milletvekilliği sırasında Ankara Hukuk Mektebi ile İstanbul
Darülfünun'nda siyasal tarih dersleri verdi. 1931'de Türk Tarih Kurumu'nun
kurucuları arasında yer aldı ve 1932'de kurumun Başkanı oldu. Milletvekili
olmasına rağmen 1925'ten sonra günlük siyasetle uğraşmadı. 1935'te İstanbul'da
öldü.
(Bu bölüm Toktamış Ateş'in "Devrim Tarihi" adlı kitabından
ve forsnet'ten alınmıştır.)
Ek bölüm
Evrim Yanılgısı
Darwinizm, yani evrim teorisi, yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla
ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey
değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu
teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir düzen bulunduğunun bilim
tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve
canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün
evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel
gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında
söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim
tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek
daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan
araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu
gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de,
biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim
adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık
"yaratılış gerçeğiyle" açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok
çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz.
Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar
vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan bir öğreti olmasına
karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının
gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan
Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı
türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin'e
göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük
değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin
de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in
kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği
gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını,
yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında
sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine,
teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta
incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla
açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte
evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo
ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce
ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia
etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü
oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun
izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı
sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk
basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl
ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul
etmediği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme
olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia
eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir
hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına
aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun
dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip
olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane
jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip,
canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin
yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi.
Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın
üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin
oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir
delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar
kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen
larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin
cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul
görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız
biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur
yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak
tarihe gömülmüştür."
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre
direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya
çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da
açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus
biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım
tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye
çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı
yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin
tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır."2
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme
kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı
kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya
atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek
ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç
organik molekül (aminoasit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli
olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı
olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı.
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer
ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm
evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden
ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan
bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip
olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde
nasıl başladı?
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza
girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz
derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı
bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en
gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir
hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla
açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin
rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein
için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte 1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik
olarak "imkansız" sayılır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik
bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan
DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan
oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım
özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin
sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı
olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var
olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza
sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie
Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği
şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin
(RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı
derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de
mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının
asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu
durumda hayatın doğaüstü bir biçimde "yaratıldığını" kabul etmek
gerekir. Bu gerçek, en temel amacı yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini
açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin
"evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte
hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon"
mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça
anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde,
doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır.
Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha
hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve
güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri
evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip
değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında
"Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey
yapamaz" demek zorunda kalmıştı.
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin,
kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak
cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a
göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki
nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler
ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi,
yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları
uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında,
yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü
iddia etmişti.
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle
kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere
aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek
başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış
oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların
sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle
neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına
"faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların
genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan
bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model
neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu
canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının
"mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda
oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel
gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için
canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu
molekül üzerinde oluşan herhangi rasgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı
genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana
gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların
evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede
özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya
etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir
değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya
en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım
getirir.9
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren
mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü.
Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar,
gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır.
(İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip
edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise,
Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu
gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını
göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç
yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık
göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden
var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu
şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren
uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara
türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da
bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar
yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı
kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir
geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır.
Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara
"ara geçiş formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının
ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube
canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir.
Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş
çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları
da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı
fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır.
Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin
beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz
bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci
olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler
ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız;
kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu
olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in
öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını
gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden
evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya
çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü
evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek
yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz
bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa,
bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden
evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir
biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından
yaratılmış olmaları gerekir.
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde
ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in
sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın
kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün yaşayan modern insanın
maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı
varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları arasında bazı "ara
form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu
senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1) Australopithecus
2) Homo habilis
3) Homo erectus
4) Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney
maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu
canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir.
Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca
ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş
kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait
olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir.13
Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani
insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara
ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema
hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki
olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli
savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte
kayıptır" diyerek bunu kabul eder. 14
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus >
Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir
sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son
bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı
bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern
zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens
sapiens (modern insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının
geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi
paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın,
Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı)
çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri
diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel
bir gelişme trendi göstermemektedirler.
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım
"yarı maymun, yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf
propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir
bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri
üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından
Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan
insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel
olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi
dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en
"bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve
fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler
gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan kısımda
ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi
algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır!
Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan
bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin
yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin
mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin
çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım
insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından
ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz
evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile
anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir.
Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce
hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları
ve insanı meydana getirmişlerdir. şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan
karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir
yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir
canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve
evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri
iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan
fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda
koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde
bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler.
Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da (bir
tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan) protein doldursunlar. Bu
karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri
gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen
bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa
aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin
başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması
gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa
yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları,
aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları,
gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları,
hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi
milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını
saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra
yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar
alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop
altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah'ın üstün
yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir
safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek,
üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz
ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna
kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak
düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine
dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir
noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu
merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin
bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın
asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir.
Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı
seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl
teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu
anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın
ve çevrenize bakın. şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka
bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı
televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100
yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için
fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve
tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda
elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu
göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa
siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme
kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi
yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı
ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan
dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü
oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın
tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. şimdi biri size, odanızda duran
televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü
oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya
gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen
oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok
açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri
kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses
titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri
elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi
duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de
kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin
içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses
geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir
ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin
içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu
görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa,
ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları,
müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu
çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan
binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir
sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli
müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya
az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik
başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin
ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman
müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve
net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana
böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve
kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir
gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri,
kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik
sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu
görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu
hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu
elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir?
Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan
bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir
hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu
zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler.
Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için
göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek
için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç
santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve
ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması
gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça
çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki
iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir
evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların
yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime
aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca
dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden
çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır.
Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak
göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla
vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist
felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek
yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir
genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin,
"önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf
etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş,
doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama
getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine,
materyalizme olan 'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir
açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm
mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin
veremeyiz.
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan
bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık
olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına
inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların,
zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve
insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan
şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem
akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendi deyimleriyle
"İlahi bir açıklamanın sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya
devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu
açık gerçeği göreceklerdir: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip
olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en
kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin
etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim
ve medeniyetten uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin
inanılması imkansız bir iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir
varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların
karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin,
üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank
Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon
ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma
iddiaya inananlar bilim adamları, pofesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır.
Bu nedenle evrim teorisi için "dünya tarihinin en büyük ve en etkili
büyüsü" ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde
insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan
tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık olan gerçekleri
görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur. Bu, eski
Mısırlıların Güneş Tanrısı Ra'ya, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe
halkının Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim'in kavminin elleri ile yaptıkları
putlara, Hz. Musa'nın kavminin altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok
daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah'ın Kuran'da
işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının
kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde
bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez;
inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin
üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla
görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta
daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi'nde ise, bu insanların mucizeler görseler bile
inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler
de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir
topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların
gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması
ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir
veya birkaç insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu
iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki
insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip;
olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir
sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan
Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana
getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı
kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa ve Firavun
arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa, Firavun'a hak dini
anlattığında, Firavun Hz. Musa'ya, kendi "bilgin büyücüleri" ile
insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa, büyücülerle
karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder.
Bu olayın anlatıldığı ayetler şöyledir:
(Musa:) "Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların
gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir
sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la
-Hz. Musa ve ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir.
Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa'nın ortaya koyduğu delil, onların
bu büyüsünü, ayetteki ifadeyle "uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz
kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da
fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp
yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz
kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler.
(Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen
bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz
konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle,
bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları
savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler
tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma
düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir
felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim
teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin
tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum.
Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla
kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar
"tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi
dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak
tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında
insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen
birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla
düşünmektedir.
NOTLAR:
1 Sidney Fox, Klaus Dose,
Molecular Evolution and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2
2 Alexander I. Oparin,
Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196
3 "New Evidence on
Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American
Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330
4 Stanley Miller, Molecular
Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small
Molecules, 1986, s. 7
5 Jeffrey Bada, Earth,
Şubat 1998, s. 40
6 Leslie E. Orgel, The
Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78
7 Charles Darwin, The Origin
of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964,
s. 189
8 Charles Darwin, The Origin
of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964,
s. 184
9 B. G. Ranganathan,
Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
10 Charles Darwin, The Origin
of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964,
s. 179
11 Derek A. Ager, "The
Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological
Association, c. 87, 1976, s. 133
12 Douglas J. Futuyma, Science
on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197
13 Solly Zuckerman, Beyond The
Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E.
Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for
Doubt", Nature, c. 258, s. 389
14 J. Rennie, "Darwin's
Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992
15 Alan Walker, Science, c.
207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J.
B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge:
Cambridge University Press, 1971, s. 272
16 Time, Kasım 1996
17 S. J. Gould, Natural
History, c. 85, 1976, s. 30
18 Solly Zuckerman, Beyond The
Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19
19 Richard Lewontin, "The
Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak 1997, s. 28
20 Malcolm Muggeridge, The End
of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.43
Atatürk, Türk Milleti'nin yetiştirdiği en eşsiz siyasi deha, en güçlü
devlet adamı ve hiç şüphesiz en büyük kumandandır. Gerek doğuştan sahip olduğu
yetenekler, gerekse hayatı boyunca kazandığı özellikler açısından, çok üstün ve
seçkin niteliklere sahiptir.
Onun üstün askeri dehası, ileriyi görebilme, her zaman isabetli kararlar
verebilme, cesaret, çelik gibi bir irade, azim, kararlılık ve güçlü bir
sorumluluk anlayışı gibi özelliklerle kendini gösterir.
Yalnız burada dikkat etmemiz gereken, Atatürk'e ait olan bu özellikleri
bizim de örnek almamız ve bu konuda diğer milletlere öncü olmamızdır. Bunu
sağlamanın yolu ise, Atatürk'ü, hayatı, askerliği, sosyal hayatı, ahlakıyla bir
bütün olarak tanımaktan geçer. Atatürk'ü iyi anlamak; sadece onun şahsına
yönelik övücü konuşmalar yapmak, sözlü olarak takdir etmekle değil, kendisinin
milletinden ne istediğini anlamak, fikir yapısını ve ilkelerini hayata geçirmek
demektir.
İşte bu eserde; doğumundan okul yıllarına, subaylıktan başkomutanlığa
uzanan başarılı askerlik kariyerine, samimi bir Müslüman oluşundan, hareketli
sosyal yaşantısına, ilkelerinden inkılaplarına, kısacası her yönüyle Atatürk'ü
okuyacak, Ona olan sevgi ve saygınızın arttığına şahit olacaksınız. Gerçekten
de Mustafa Kemal Atatürk, "bitti" denilen yerden başlayarak ülkeyi
karanlıklardan aydınlığa çıkaran eşsiz bir liderdir. Şimdi bizim üzerimize
düşen ise, Onun bize bıraktığı bu güzel ülkeye en iyi şekilde sahip çıkmak, çok
çalışarak ülkemizi Atatürk'ün deyimiyle "muasır medeniyetler"
seviyesine ulaştırmaktır.
YAZAR HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da
doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok
eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya
ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel
imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük
temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim yazarın,
bugüne kadar 57 ayrı dile çevrilen yaklaşık 250 eseri, dünya çapında geniş bir
okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını
Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve
mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.